Bir Yoga Günlüğü III: Gün 20-22

Hoca yazmış, son dördün blues diye. Hem de ne blues, sangha. İçim kıyıldı bluğluktan.

Yazmayayım, modumuzu düşürmeyeyim diyorum. Sanki blogun modu benim yazdıklarıma bağlı. Örnek ol diyorum haydi kuyruğu dik tut, bırakma. O da olmuyor. Hayatıma yoga girmeden önce ölümüne depresif olabildiğim zamanlarımı özlüyorum. O zaman depresif olmaya hakkım vardı. Yogadan sonra o hakkımı elimden almışlar gibi hissediyorum.

Ayın 5’inde İstanbul’a döndüğümden beri, doğum günüme tırmanan aralıkta içime çöreklenmeye başlayan bu illet, Gökay ayın 9’unda doğum günüm vesilesiyle bir günlüğüne geldiği zaman hafiften aralansa da oradaydı. Üstünden bir koca hafta geçti. Gökay Cuma akşamı tekrar Lüleburgaz’dan döndü, bir gün kaldı, bu sabah Gürcistan turu için tekrar yola düştü. Geldiğine sevinmek yerine nasılsa yine gidecek diye ipleri benim sevmediğim bir karanlık suretime bıraktım, bütün gün didiştik. Derslere gitmek için sokağa çıktığım zaman bir değişiklik oluyor evet. Dersler de benim gibi durgun geçiyor, ya da ben öyle zannediyorum. İlhamsızım bu aralar. Hayatın minik mucizevi ağlarını göremiyorum. Gözlerim bağlı.

Bu ağır ve katran gibi yapış yapış ruh halimde 15 Temmuz’un hatırı sayılır bir payı var sangha. Son bir haftadır sokağa çıktığım nadir zamanlarda etrafta gördüğüm 15 Temmuz afişleri, her yeni birini görüşümde tekrar yok artık! diyeceğim kadar korkunç, üzücü, aşağılayıcı.. Zavalı fotoşoplar, askere el kol yapan adamlar, terörist maskeli askerler – iyi asker mi kötü asker mi olduğunu bilemediğimiz. Kırmızı bir Desoto kamyonu kullanan siyah çarşaflı bir kadın.. Tankların üzerine sürüyor heralde. Tüm bunların altında bu milletin cumhurbaşkanının amblemi. Yazmış altına, Cumhurbaşkanı’nın Himayelerinde diye. Ne güzel yazmış. Sanki oyun afişi. Ne oluyoruz her bir halt cumhurbaşkanının yüksek himayelerinde. Evet, aslında her şey öyle de, bari yazmasaydınız bu kadar acıklı, ucuz, aşağılık posterlerin üstüne. Sonra neymiş efendim Türk Telekom 15 Temmuz konulu bir resim yarışması yapmış. Kazanan, yüzü düşük, ağlamaklı bir bordo bereli, altında uyduruk pastel boyalı resme rağmen görülebilen ‘sakallı’ gençlik.. işte yüce millet! Ve bütün gün ‘taraf’ mı değil mi anlayamadığım bir sürü kurum, kuruluş ve belediyeden 15 Temmuz’da yok tüm gün iletişim bedava, yok bu hain günü kınıyor, şehitlerimizi rahmetle anıyoruz diyen mesajlar.. Boğaziçi Üniversitesi’nin kapısında bayraklar, kutlamalar. Tutunamıyorum sangha. Haberleri izlemesem de, feysbuka bakmasam da, gazete okumasam da, sızıyor işte her bir yerimden içeri. Dün gece galiba sahil tarafında ‘kutlamalar’ vardı, uzaktan sloganları, bağırış çağırışları duydum. Sonra dakikalarca, kamyon, tır, otobüs gibi büyük araçlara ait olduğunu düşündüğüm korna geçidi başladı, deli danalar gibi. Bu insanlar neyi kutluyor? Her zaman umut vardır, ve yapılacak hâlâ çok şeyimiz var diyor Defne Hoca. Evet var.. da.. artık bahsettiği ‘tepkici’ gençlikten eser yok sanki. Psikolojik bir limit aşıldı, insanların iradeleri kırıldı. Geziden beri kimse doğru dürüst organize olup da bir şeye tepkisini belirtmek için sokağa çıkmadı. Türk milletinin bu sporadik patlamaları meşhurdur. Bir sene çıkıp basketbolda avrupa şampiyonu olup sonraki beş sene takımın esamesinin okunmaması mesela aynı sporadik patlamanın ürünüdür. Belki bir şu adalet yürüyüşü vardı son zamanların enteresan olayı, onun da bir şeyleri değiştireceğinden zerre kadar ümidim yoktu. Artık hiçbir şeye heyecanlanmıyorum sangha. Kali Yuga diyorum, işime bakmaya çalışıyorum. Cem Şen’in ‘bu memlekette insanlar işlerini iyi yapmadıkları zaman asıl ümit kalmamıştır’ gibi bir sözünü hatırlıyorum. Yani siz her ne yapıyorsanız en iyisini yapın diyordu. Adam haklı. Sokağa çıkıp da en ufak işini bile rast getiremediğin zaman, baktığın her yerde, gittiğin herkeste bir başıboşluk gördüğün zaman asıl o zaman bütün kalbin çöküyor, ümidin kalmıyor. Simitçiye gidiyorsun tersleniyor, bir devlet görevlisine işin düştü diyelim, sen derdini anlatmaya çalışıyorsun adam yüzüne bile bakmıyor. Gaza gelip sahile slackline kurmaya gitmişsin diyelim, yasah diye bir ‘özel güvenlik’ bitiyor yanında anında. Sabaha kadar ateş yakıp mangal yellesem yasah değil ama. Otobüse biniyorsun, acele etsene bayan! diye bağıran, gömleği göbeğine kadar açık, tespihli, başka yerde seni görse anında seni düzmeyi düşünecek bir adamın yanında akbil basıyorsun. Nerede ümit?

Uğur Mumcu öldürüldüğünde ben ilkokul 2’ye gidiyormuşum, şimdi hesapladım. O zamanlar Çankaya’da, eski Anayasa Mahkemesi’nin yanından giren Sedat Simavi sokakta otururduk. Evimiz muhafız alayının bahçesine bakardı. Hafızamı yokluyorum ama 93 yılında beni okula götürüp getiren servis Gaziosmanpaşa’ya uğruyor muydu hatırlayamıyorum. Biz oradan taşındıktan sonra da bindiğim servisler hep Gaziosmanpaşa’dan geçmeye devam etti çünkü. Hatta oradan geçmekle kalmaz, Uğur Mumcu’nun sokağına da uğrardı, birini alırdık oradan. Arabasının havaya uçtuğu noktaya, grili, pembeli betondan bir anıt yapıldı sonra. O yaşta ne bu adamın kim olduğunu biliyordum gazeteci oluşu dışında, ne de niye öldüğünü. Ama ‘faili meçhul’ olduğunu biliyordum. Ölmemesi gereken biri olduğunu da.

Siyasi olayların merkezi olan Ankara’da büyümüş olmama rağmen, evde siyasete dair çok bir şey konuşulduğunu hatırlamıyorum. Annemle babamın her ikisi de üniversite zamanlarında bütün o olaylı günlere denk geldikleri için, ölümüne korkarlardı aktivizmden. Ben de bu nedenle alabildiğine apolitik büyüdüm diyebilirim. O dönemlere dair, ülkenin bir kabusa yuvarlanmışçasına ‘gencecik çocukların birbirini vurduğu’ndan başka bir şey bilmezdim. Merak da etmemişim demek ki. Bir fikir ve ideolojinin peşinde insanın kendini oradan oraya sürükleyip heba etmesini hiç anlayamamıştım. 22 yaşında, 25 yaşında çocuklar.. Yıllar sonra merak edip de Deniz Gezmiş’i araştırdığımda 25 yaşında ölmüş olmasına inanamamıştım. Koca devlet 25 yaşındaki bir çocuğu neden assındı? Ve resimlerinde ne kadar da büyük görünüyordu. O dönemki çocuklar belki de erkenden büyüyordu. Annem zaten 25 yaşında anne olmuştu. Bırak 25 yaşını, annemin 17-18 yaşındaki fotoğrafları bile o zamandan kocaman bir kadın gibiymiş. Ben 17-18’imde ayağımda kırmızı konversler kolumda deri bileklikler belime kadar dökülen saçlarımla metal konserlerinde gezerken annem kulağında inci küpeleri fönlü saçları ve kalem eteğiyle o zamanın olgun modasının gayet güzel bir ikonasıymış. Evet, belki de o zamanki çocuklar gerçekten erkenden büyüyormuş.

Ne anlatacaktım, nerelere geldim..

Kısaca bir yogamı da toparlayayım mı sangha. Ya da toparlamayayım, dağınık kalsın. 20. gün Nefes Alan Her Canlı Yoga Yapabilir: Episode Bandha idi. Sağ kalçam bana korkulu saatler yaşatıp ertesi sabah hiçbir şey olmamışçasına uyandığı için paranoyaklaştım iyice. Ne olur ne olmaz bir kuytuda sinsi sinsi beni bekliyordur diye o gün yogamı yerde yaptım. Isınmaları oturduğum yerden yaptım, bolca bandha ve türevleri çalıştım. Dinamik udiyana, lauliki. Lauliki’de bir tarafa biraz daha iyi ama soldan sağa çevirirken zorlanıyorum, sol elle yazı yazmak gibi garip bir şeye dönüşüyor. 21. gün Gökay içerde uyurken kısa bir ayakta seri yaptım. Bu hafta diğer D Hocanın kursu var. Bacağım bir numara çekecek mi diye pıstım bekliyorum. Bugün sabah yoga yapmadım kalkınca. 7 gibi uyanıp sabah bülbüllerime gecikmiş bir selam verdikten sonra mutfak penceresine yollandım. Binaların arasından görünen denize baktım. Hava çağırdı, beni ele geçiren sabah bıkkınlığını üzerimden atmak için lenslerimi bile takmadan evden çıkıp sahile indim. Bu sabah bıkkınlığı gerçekten bir hastalık olmalı bence. Morning sickness. Severim de aslında sabahları. Bazen diyorum acaba yogadan evvel her sabah kendimi önce bir evden dışarı atıp biraz yürüsem mi? Tamam makbulü uyku ile yoga arasına başka hiçbir vritti sokmamak belki ama şu sıralar özellikle sabahları bir an evvel motoru çalıştırmazsam bir bataklığa saplanıyor sanki vrittiler, sabah ilk iş yoga da yapsam balçık içinde oluyor zihnim. Bu günkü gibi sabah erkenden dışarı çıktığım her sefer, sabahın bu saatlerini her gün kaçırdığım için çıldırmış olmam gerektiğini düşünüyorum. Manyak mısın kızım sen? Bisikletini alan gelmiş, yürüyüş yapanlar, ürkekçe koşanlar.. Ben de oturdum bir banka. Zaten yeşil alan çalışması diye Bostancı’dan Küçükyalı’ya uzanan sahil şeridini tarumar ettiler doymakbilmezler. Bir bırak yeşil alanı kendine ya, bir bırak! Neyse. Oturduğum yerde manzara böyleydi. Ben de Kaş’taymışım da bu fotoğrafı ordan çekiyormuşum gibi bir havaya girdim.

IMG_2847

Sevgili sangha, bir sonraki 28günyoga turu için aranızdan bir veya birkaç tavşan atlet’e ihtiyacım var. Her gün yazamasa da tüm yazılanları, hatta yorumları okuyan, takip eden, belki yazılar arasında minik bağlantılar ören, liderlik bayrağını benden devralacak birilerine. Ben de böylelikle bu döngünün başında hayal ettiğim tam kapasite sosyal medya inzivama çekilebilir, öyküme biraz hız verebilir, biraz geride kalmanın tadını çıkarabilirim. Veya beni ayakta tutan şeylerden biri bu blogun sorumluluğuymuş mesela, o da elden gidince temelli koyuveriyormuşum kendimi. Olmaz heralde.

 

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 19

Yogam bittiğinde çok şahane şeyler yazacaktım. Güneşle olmasa da nasıl erkenden uyandığımı, sabah sabah tüm prelüdü yapma şimdi hazır tam iyileşmedin, öğleden sonra açık vücutla yaparsın çiçek gibi olur diyen zihnimle çoktan el sıkışmış, yalnızca ısınmaları yapmak üzere gittiğim yoga odasından bir tam prelüdü yaparak çıkmış olmanın şaşkınlığını, uzun zamandır girmediğim asanalarla buluşmuş olmanın getirdiği mutluluğu, yogamın sonunda yerde sereserpe yatarken aklıma üşüşenleri, zihnin kendi yaptığı içten pazarlığa bile sadık kalamayacak kadar maymun bir şey olduğunu anlatacaktım sizlere sangha. Sonra bağdaşa geldim, inançsızlığımı düşündüm. İnançsızlığımı hissettim. Hiçbir şeye inanamayışımı, bu inançsızlığın kalbimi içten içe çürütüşünü. Benden daha büyük, evren kadar büyük, daha güçlü bir şeyin beni kollayıp gözettiğini, bana göz kulak olduğunu, yolumu çizdiğini, elimi tutup beni oradan yürüttüğünü, benim için en hayırlısı neyse onu bana verdiğini hissettiğim, ama tüm hücrelerime kadar hissettiğim bir gün gelir mi acaba? İnanmak böyle bir şey mi? Kalbinde Tanrı’yla gezmek nasıl bir şey? Ben de inanmak istiyorum. Bu düşüncelerle bağdaştan ayağa kalktım, selam verdim. Yürüyemedim. Sol kalçamdaki rahatsızlık sağ kalçama transfer olmuş. Aniden, öylesine, şak diye geldi. Günlerdir bunun olmasından korkuyor, çağırmayayım diye buraya yazmıyordum ama yolda yürürken, sağ tarafımın içinden de bir şeylerin çekiştirdiğini hisseder gibi oluyordum. Geleceği varmış, buyursun gelsin. Ne diyeyim.

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 17&18

eowyn
Sabah uykusuyla savaşırken ben. Temsili. © Ted Nasmith, Eowyn and the Nazgul

Bu resmi gölgelerimle verdiğim bütün savaşları temsilen kullanabilirim, o kadar seviyorum. Bunun bir de Fingolfin’li olan versyonu var, o da favorim. Belki onu da koyarım yazılardan birine bir gün. (Tolkien nördleri buraya).

Sabah kalkıyorum kalkmasına ama ne çetin bir mücadele sonucunda. Anlatmayayım ki büyümesin, beslenmesin. Dünden önceki akşam odanın penceresini kapatarak uyudum. Bir göreyim dedim bu cereyandan mı ben böyle yamuluyorum sabahları. Yüzüm gözüm başım herkes ayrı telden çalıyor, akordumu bulana kadar akla karayı seçiyorum. O günün sabahına dipçik gibi uyandım! Tamam dedim budur. Dün gece de aynı şekilde yattım. Ne var ki sabah yine aynı eski ben, aksi mi aksi, tutuk mu tutuk, kafatasımdan içeri biri sanki bir şey sokmaya çalışıyor, öyle bir zonklama. Yine artık rüzgar mı döndü, hava basıncı mı değişti, ne halt olduysa, bir türlü şöyle pikeyi üstümden attığım gibi yataktan fırladığım bir sabah yaşayamadım gitti ya!

Çaktırmadan biraz bunalımdayım sanırım sangha. Öyle detaylıca anlatmayayım, zaten ben de pek anlamıyorum ne olup bittiğini. Hiçbir şey yapmak istemiyorum, onu biliyorum. Kimseyi görmek istemiyorum, sevdiğim insanlar dahil. Hiçbir sosyal aktivite cazip gelmiyor. Derslerimi vermek için çıkıyorum, bir havam değişiyor, ama o kadar. Sonra hemen eve dönüyorum. Yemek yemek istemiyorum. Hatta o kadar iştahım kesiliyor ki hafıza kaybı yaşamış gibi ben ne yiyordum ya eskiden? diye düşünürken buluyorum kendimi. Benzer bir açlığı kulaklarım da çekiyor. Şöyle bir müzik açayım da keyfim yerine gelsin diyorum, arada bir dinlediğim yerel şarkılar sebebiyle Spotify sağolsun haftalık playlistimi arabeske çevirdiği için ondan da faydalanamıyorum, kendi müzik zevkimi unutuyorum. Ne dinliyordum ya ben eskiden? diyorum. Bugün allahtan nereden aklıma geldiyse Garbage’dan bir şarkı açtım da, oradan The Cardigans, Cranberries, Alanis Morissette, Jewel diye diye tüm ortaokul ve lise hayatım boyunca okul servisinde dinlediğim şarkılar önüme düştü, tam bir ninety nine point nine, capital radio, Türkiye’nin en sıcak müziği geçidi oldu. (Ankaralılar buraya).

Yogam da ben gibi dalgalı, parçalı bulutlu. Ama sektirmeden devam. Bugün ilk defa eski dairesel serimizi bir denedim. Derin çökmelerde hâlâ kalçamın içinde bir şeyler sıkışıyor, ama arda bhujangalar daha iyi. Gün içinde arasıra sızlıyor, tamam canım, tamam tatlım diye sevgi frekansında bir şeyler yollamaya çalışıyorum oraya doğru. Tamam sen ağla sızla, bak biz buradayız, hiçbir yere gitmiyoruz.

Bu akşamlık bu kadar. Sağlıcakla kal sangha.

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 16

Dün dün, bugün de bugün olduğu için dünkü yazıma kaldığı yerden devam etmek yerine ikinci etabın yarısının ikinci gününde yeni şeyler yazayım istedim ama, pek de içimden gelmiyor bugün yazmak. Saat olmuş öğleden sonra üç buçuk. Sabah gözümü açtığım andan beri kutlamaları kabul etmekten yeni oturabildim blogun başına. Hayat bana güzel vallahi.

Bu sabah (yine) çok zor uyandım, (yine) çok zor kendime geldim. Yogam ehvenişerdi. Bazı açılardan daha rahat, bazı açılardan daha rahatsız. Onun da ayarları bir bozulup bir düzeliyor heralde bu aralar. Kendi haline bırakmak lazım.. Bugünlük burada bu kadar olsun, şansımı bir de kurmacastana’da deneyeyim, belki bir şeyler çıkar. Ne kadar güzel yazılar yazılmış şimdiden! Herkes bunu bekliyormuş gibi.

Çekirdek arkadaş grubum haricinde bu sene sanghadan o kadar güzel kutlama mesajları aldım ki.. Gözlerime inanamadım. Nasıl bir şans bu bendeki? Nasıl güzel bir yere düştüm ben? Hepinize çok teşekkür ederim, iyi ki varsınız.

 

babypi.JPG

 

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 15

Bazı ayarlarımın bozulup bazılarının düzeldiği bir gün bugün. Rubiküpün bir yüzünü yaparken öbür yüzü bozulur ya. Onun gibi bir şey. Dolunay desen var, uykusuzluk desen âlâsı, bir duygusal roller-coaster bugün adeta sangha.

Dün akşamki düğünden sonra ilk planım gece Bursa’da kalıp sabah 9:30 otobüsüyle İstanbul’a dönmekti aslında. Gece ilerlerken baktım ki dönmek istiyorum. İçime o ‘dönmek istiyorum’ hissi düştü mü ne ısrar ne ikna ne başka bir şey fayda etmiyor bende, bir an önce ışınlanmak istiyorum. Ama bir an önce. Ne yapsam da otogara gitsem diye düşünürken Aslı Su isminde bir peri yanımdaki sandalyeye oturdu. Evet, bildiniz, bizim Aslı Su 🙂 Dedi ki, ben seni bırakırım otogara istersen. Gerçekten mi? Evet. Bıraktı da sağolsun. Ben ki böyle spontan yaşayanlara uzaktan çok özenirim, daha yolculuğunu bile planlamadan kendini otogara veya havalimanına atıp ondan sonra en yakın vasıta saat kaçta diye soranların hayata olan teslimiyetine imrenirim. Gelgelelim bu vesileyle, artık gide gele epeyce hakimi olduğum Bursa otogarında Kamil Koç bankosunu buldum ve o çok özendiğim cümleyi kurdum: “İstanbul’a en yakın otobüs kaçta acaba?” 14 dakika içindeymiş. Hay hay! Öyle aşırı spontan olmadı tabii benimki, alınmış biletim vardı, onunla değiştirdik. Ama olsun. Gideyim mi kalayım mı diye düşüneli şurada yarım saat olmamışken 23:59 otobüsünde kendime bir yer bulunca pek sevindim.

Bazen İstanbul’da yaşadığımız için deli olduğumuzu düşünüyorum. Buraya gerizekalı yazmıştım ayıp olmasın diye sildim. Otobüste baygınlık geçirircesine bir uyku beni buldu. Arasıra gözlerimi açıp neredeyiz diye bakıyorum, tekrar bayılıyorum. Muavinden su istiyorum, tekrar bayılıyorum. Damardan sedatif almış gibiyim. Ne zamanki otobüs normal hızından yavaşladı, uykumdan uyandım. Koridordan başımı uzatıp yola baktım. Her yer kırmızı. Ama her yer. Bütün araçlar duruyor. Kilometrelerce kuyruk. İBB Trafik’i açtım, TEM Gebze-Şekerpınar Yönü Karayolları Genel Müdürlüğü Çalışması nedeniyle tüm şeritler trafiğe kapalıdır diyen bir yazı. Ne demek aga tüm şeritler? TÜM ŞERİTLER. Yandex’i açtım, her yer mosmor. Herkes küfür bela aklına geleni okumuş. Ööyle. Koca otoyolu kapamışlar, E-5’e veriyorlar. E-5’te de yol çalışması var. Yani böyle bazen sirk miii, kabus muu, şaka mıı, ne olduğunu bilmediğim bir şeyin içinde yaşıyoruz gibi geliyor bana sangha. Hani BBC’de kıvırcık saçlı bir ressam vardı, tüm neşesiyle şuraya da küçük bir ağaççık konduralım, şuraya da küçük bir evcik diye diye yarım saatte harikalar yaratırdı. İşte tamı tamına onun zıttı, kötü, fesat, kim olduğunu bilmediğimiz birileri de tüm itina ve gayretleriyle şehri kem kahkahalarıyla oyun oynarcasına yönetiyor gibi geliyor bana bazen. Hmm.. bu gece bunlara nasıl dünyayı dar etsek? şuradan İstanbul’un iki ana yolundan biri olan TEM’e bir altyapı çalışması koyalım.. evet. tek şerit olmaz, hepsini kapatalım.. bu salakları E-5’e yönlendirelim.. ama duur.. oraya da küçük bir çalışma koyalım ki, iyice hayatlarından bezsinler.. nihohoha! Şimdi buraya yazdıklarımın çok daha ağır küfürlü bir nüshası var aklımda aslında ama yazmıyorum buraya sangha. Kainatın dost canlısı bir yer olduğunu unutturmak için eline geleni ardına koymuyor sağolsun şehr-i İstanbul. Ne zaman kendi üzerine kapanıp komple çökecek çok merak ediyorum. Umarım burada olmam.

Devamını yazmak istiyorum ama uykusuzluğumdan ötürü işlemci hızım yavaşlamış. Şuncağız şeyi bir saatte yazdım, hiçbir yere bakmamama rağmen. Gözlerim kapanıyor. Hem bir an önce yatayım ki, yarın sabah bülbüllerime ben de erkenden bir arz-ı endam edebileyim. Bu yazı da burada bir dursun, o da kendi üzerine bir uyusun..

 

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 14

Çok acayip hızlı olmam lazım sangha. Bugün, başka bir sangha Shadowcular olarak cümbür cemaat Bursa’ya, Aylin’in düğününe gidiyoruz. Vur patlasın, çal oynasın!

Dün gece blogdan sebep geç uyudum. Sabah çok zor uyandım. Öyle erkene de kurmamıştım saati uykumu alayım diye, malum gece uzun. Ama yine aldığım uyku yetmedi. Yüzüm gözüm şiş, başımda fena bir ağrıyla kazıdım kendimi yataktan. Göz ucuyla, yani gerçekten sadece sağ gözümle bloga girip şöyle bir gezindim, Defne Hoca’nın (bize göre) sabah baskısını okudum. Biliyorum, yapmamalıydım. Ama gözümden içeri bir uyaran sokmasaydım bu sabah hiç kalkamazdım. Samapada’da bile ilk birkaç saniye gözlerimi kapatıp uyuklamış olabilirim.

Yüzüm gözüm ve bütün kafamın içi böyle şişmiş zonkluyor iken yapılabilecek en iyi şey etraflı bir dil sağma işiydi. Aldım elime tülbenti, bir o yana, bir bu yana, çekiştirip sağdım dilimi. Önce biraz burnum açıldı, sonra biraz genzim. Başım hala fena ağrıyordu. İkinci prelüd’ün öne katlanmalarında kesin dedim daha kötü olacak bu baş ağrısı. Prelüdün bir yerlerinde yarıda kesip sırt üstü pozlara geçerim diye yastığımı bile hazır etmiştim. Ama peşin hüküm bu ya, beklediğim gibi çıkmadı. Dün gerçek anlamda normal tempomdaki hayatıma ilk döndüğüm gündü, ve hemen kalçamda hissettim isyanları. Sabah özel derse gittim, ısınmalar ve birkaç çok ana poz hariç hiçbir şey göstermedim. Akşamki Yin dersimde yine orkestra şefi gibiydim, dersi ayakta anlattım. Ama yine de öğlen kendimi Fatmacığın evine attığımda minikten bir zonklama baş göstermişti olay mahallinde. Bugün o yüzden biraz daha yumuşak takıldım.

Kahvaltı sonrası, düğün için hangi elbiseyi giysem, altına hangi ayakkabıyı giysem, saçımı nasıl yapsam, ne renk oje sürsem gibi düşünmeyi özlediğim şeyler ile uğraştım. Böyle dünyevi işler.. Ama aldı beni bir heyecan! O yüzden rahat rahat hazırlanayım diye kaçıyorum şimdi sangha.

P.S: 28 günü yarılamış bulunmaktayız, farkında mısınız? Yarın sabah, 9 Temmuz İstanbul saati ile 09:06’da dolunay var, aman kaçırmayasınız 🙂

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 13

Bugün tam anlamıyla İstanbul’a dönmüş sayılırım. Neden mi? Sabah Bostancı’dan Beşiktaş’a İDO, oradan Emirgan’a otobüs, oradan Kabataş’a bir başka otobüs, akşam ders çıkışı Karaköy’e tramvay ve son olarak da Bostancı’ya motor şeklinde geçen toplu taşıma silsilesiyle Hızır Kamp öncesi bıraktığım hayatıma tekrar döndüğümü fikren ve ruhen idrak etmiş oldum. Şu kadar yıldır İstanbul’da toplu taşıma müptelasıyım, bir bal arısının günlük çiçek ziyaretinden daha çok aktarma yaptığım oluyor, yine de 200’lük akbil’i sıfırlayamıyorum babacım!

Gelgelelim bahsettiğim bu yolculuk silsilesinin en kayda değer anı neydi biliyor musunuz? Akşam Fındıklı’daki Yin dersimin çıkışında yetişemeyeceğime neredeyse emin olduğum taze Karaköy-Bostancı hattının son motoruna deparsız yetişebilmiş olmamdı. Evet, yanlış duymadınız! Anadolu yakası ahalisi için (yani tabii karşılıklı çalışıyor ama ben bir ‘karşı’lı olarak sesleniyorum sizlere) yeni konulmuş olan bu 45 dakikalık seyir hattı benim konulduğunu duyduğum günden bu yana türlü türlü heyecanlar yaşamama neden oluyor. Üstelik de taa Karaköy’den alıyor, taa Bostancı’ya getiriyor. Anlıyor musun sangha? Evime 15 dakikalık yürüme mesafesine bir vapur kondu diye nasıl seviniyor bu can. İstanbul’un gözü kör olsun.

Motora yetiştim diye bir sevindim, bir sevindim. Oturacak yer beğenemedim. Üst kat çok rüzgarlıydı, alt katta bir pencere kenarına iliştim, kulağımda müzikle koyuldum blog yazılarını okumaya. Arada bir kafamı kaldırıp dışarı baktım, güneş batarken ziyadesiyle hoş renkler. Normalde her gün bu güzergahı gidip gelen biri olarak oturduğu yerden kalkıp da fotoğraf çekmeye giden yerli insanlara karşı, ne yalan söyliyim, pff deyip göz deviririm içimden. Ne kadar orijinal! Telefonun film şeridinde bir daha asla bakılmayacak olan bir fotoğraf daha.. Galata, Topkapı, yeey. Amma velakin, epeydir blogu görselsiz bırakmış olmanın getirdiği sorumluluk bilinci ve kalıplaşmış yargılarımızı kırma antremanları sebebiyle, diğer yolcuların çoktan içselleştirdiğim göz devirmeleri ve dudak bükmelerine kayıtsız kalarak yaptım bir çılgınlık ve attım kendimi motorun parmaklıklarına!

 

IMG_1212.JPG

Yazacak çok şeyim var sangha. Nasıl toparlayacağımı bilmiyorum. Bloglar arası, felsefeler arası çapraz referanslar kafamda uçuşuyor.. Her şeyi yazmak istiyorum, nasıl olacak bilmiyorum.

Önce yogamdan başlıyayım. Bu blog illa yogamız hakkında olacak ya, üstelik ben yazmışım blog gaydlaynlarını. Şimdi ödüm kopuyor kendi yazımda yogamdan bahsetmezsem diye. Takıntıların da gözü kör olsun! Normal olarak sağ tarafta bulunan ve yazı başlıklarımızın olduğu kısımdaki usülsüzlükler başta çok gözüme batıyordu itiraf edeyim sangha. Ben ki bir yazıda farklı puntoyla yazılmış, veya aynı puntonun farklı paragraf aralığıyla yazılmış bir kısım göreyim.. Bir titreme gelir. Basarım ctrl a’yı, topyekün hizaya çekerim. Comic sans fontuna tahammülüm yoktur, gayri ciddi bulur, hemen doğru dürüst bir fontla değiştiririm. Fabrikada bu korkunç font ile yazılmış bütün resmî dokümanları bir gün oturup tek tek değiştirmişliğim vardır. Şimdi mesela herkes kendine göre bir başlık koyuyor ya, tüm çabalarıma rağmen, hatta arada Türkçe karaktersiz, kimi büyük kimi küçük harfli filan… Gözüm seğiriyor sangha, öyle söyliyeyim. Ama bu tamamen benimle ilgili bir durum, farkındayım. Mühendislikten kalma bir takıntı olması muhtemeldir, üstüne fabrikadaki iş hayatım eklenince içimdeki format çılgını meydanı boş bulup beni ele geçirmiş de olabilir. Her şeyin bir standardı olmalıdır elbet. Yoksa dirlik düzen kalmaz, herkes kafasına göre takılsa, kaos maazallah! Hem HER şeyi yazmakta serbestiz diye isyan ediyor mağaramdaki zorba, yeter ki şu başlıklar aynı formatta olsun, gözünüzü seveyim!! Neyse. Sen başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin sangha.

Yogam diyordum. Bugün bir gevezelik var üstümde. Sabahtan beri de böyle. Bugün 06:20’deki alarmla uyandım. iPhone sağolsun Bedtime diye bir şey yapmış, bir güzel alarm melodileri var, usul usul melek katında sallanarak getiriliyor ruhum tekrar vücuduma. Baktım bizim sabah bülbülleri uyanmış, benden bir saat önce yoklamalarını vermişler. Olsun be canım diyorum, sabahın 6:20’sinde uyanmışsın, bu da bir şey sayılır. Üstelik de tek seferde, ertelemeden. Kalktım, tuvalete gittim. Bütün o sıradan ve gündelik aktiviteler içinde, halledilmemiş meselelerim üzerine başkalarına söylemeye cesaret edemediğim şeylerin bir tiradını atarken yakaladım kendimi. Kafamın içinden yani. Uuuuuh! Neler neler saydırdım. Ne kadar da güzel ifade ettim kendimi.

hoşt hav.jpg
Hayatımın kısa bir özetidir.                                                                                                          Şaka şaka. Yoga öncesi hayatımın.

Bence en az 15 dakika geçti böyle. Sonra yogaya başladım.

İkinci prelüd bugün de vesselam. Bana bu üç prelüd ve angaharalar içinde en zorlandığın, en hayattan soğuduğun, en sevmediğin poz hangisi diye sorsalar tereddütsüz ikinci prelüddeki uttanasana varyasyonları derim. İçimden. Ki ikinci prelüd kısadır, kırmızı çadır sonrası yogaya dönüşün müjdecisidir, kısacıktır, hemen biter. Ama sen onu bir de bana sor. Sanki çok öne katlanabilirmişim gibi bir de yamuklusu. Te allam, kim icat ediyor bu pozları?

Bugün güneşle şöööyle bir selamlaştık. Samakona ve Hanumangiller yüksek yüksek tepeler idi. Bütün yogam boyunca o kadar kalçamdaki hislere endeksliydim ki, iki tane koskoca pozu, Atikranta’yla Mayura’yı unuttum. Üstelik aynılarını dün de unutmuştum. Gerçi Atikranta’yı yapamayabilirdim ama Mayura’ya mazeret? İki bacağın alçıda olsa yaparsın. Neyse! Sonra kahvaltı, kahve derken bir ders için düştüm yollara. Gerisini biliyorsunuz.

Ama bilmediğiniz çok şey var bugüne dair! Mesela ben bugün bir süper kahramanın evine gittim! Fatmacığımla nasıl geçtiğini anlamadığım bir beş saat geçirdik. Bir ara o blogunu yazarken ben de kütüphanesinde ilk gözümün iliştiği kitaba gömüldüm, ve ne inciler ne inciler buldum sangha! Epeydir Mevlana’nın Mesnevi’si peşindeydim ancak bir türlü denk getirip güzel bir baskısını bulamıyordum. Rastgele açtığım şu dizelerle bugünü noktalayayım, parantezlerimi senin çapraz referanslarına bırakayım sangham.

640.

Gergefin eli yoktur ki kendini korusun. Konuşması yoktur ki zararı ve faydayı açıklasın.
Bu beytin manası Kur’an’da beyan olunmuş, Hak, “Attığın zaman sen atmadın” buyurmuştur.
Okun atılışı, mâna bakımından bizden değildir. Biz yayız, oku atan Tanrı’dır. (Bkz: Zen ve Okçuluk)
Bu sözler cebir değil, Hakk’ın Cebbar adının mânasıdır. Onu zikretmeyi sana söylemektir.
Aczimiz, mecburiyetimizin işareti; mahcup oluşumuz da irademizin delili oldu.
Eğer irademiz yoksa bu üzülme, bu utanma niçin? (Bkz: Ramesh Balsekar, Suçuluk ve Günah)
Üstadın talebesine tazyiki niçin? Devamlı tedbir fikri neden?” (Bkz. Master Oogway, Kung Fu Panda)
Eğer sen, irade zorla tanınmış ve aydınlık ay, bulut ile örtülüdür dersen
Dinlersen işte doğru, güzel bir cevap: Küfrü terk ile dine doğru yolu bulursun.

650.

Hasta olunca bu bıkkınlık nedir? Asıl uyanıklık hastalık zamanındadır.
Hasta olduğun zaman Hakk’ı anar, istiğfar edersin.
Suçunun ve günahının çirkinliği görünür, bundan sonra itaate niyet edersin. (Bkz: Ben)
Bundan sonra Hak yolunda ibadet edeyim diye ahdeylersin.
Öyleyse âşikar oldu ki hastalık, sana akıl gözü ve uyanıklık oldu.
Bu sırrı bil, aslını ara. Arif isen bu sana rehberdir.
Kim uyanıksa o dertlidir. Kim agâh ise yüzü sararmıştır.
Hakk’ın cebrine inanıyorsan teslimiyetin, O’na taatini takdimin hani? (Bkz: Piraye’nin Çaba ve Tevekkül isimli yazısı)
Zincirle bağlanan için neşe, hapis olana hürriyet nedir?
Elinin ayağının bağlı olduğunu, padişah çavuşlarının seni gözlediğini açıkça gör.
Acizlere çavuşluktan sakın. Zira çavuşluk mizacı muteber değildir.

Mevlana, Mesnevî-i Şerîf, TİMAŞ Yayınları.

 

 

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 12

Bugün sabah güneşin doğumuyla kendiliğinden uyandım ve sabah ritüellerimi yaptıktan sonra yogama koyuldum! diye başlamayı çok isterdim bu yazıya sevgili sangha. Öncelikle, güneşin doğumuyla uyanmadım. Alarm 05:20’de çaldığında odanın içinde grili mavili ışıklar vardı. İçimdeki o çok cılız sese yine tutunamadım, yine tutunamadım. Kızıla çalan pembeler içinde saatler ilerlerken, sol koltuk altımda elime bir kitle gelmesi üzerine paniklediğim bir rüyadan, yatak odasının pencerelerinin baktığı apartmandan birinin bir halı silkelemesi üzerine uyandım. Uyandığımda yatakta enlemesine yatıyordum. Hiç düşünmeden elim koltuk altıma gitti, rüyadaki hisleri arandı. Bulamayınca rahatladı. Yoga odasına geçtiğimde saat 8.30’du.

Dün gece yatakta kafamdan ikinci prelüdü tekrar etmiştim. Bir ara prelüd düşünmekten uyuyamadığım bir zaman vardı itiraf edeyim. Bundan birkaç sene öncesine tekabül ediyor. Hangi hareket nerden başlıyor, hangisinin adı neydi, gizli ipuçları neydi, diye diye kafamdan serileri tekrar ederken heyecandan uyuyamıyordum. Bu ‘mental imagery’ yani zihinsel imgeleme denen şeyin aslında psikolojide de hatırı sayılır bir yeri vardır. Vaktiyle (üç sene olmuş) bir cognitive psychology ödevim için bu konuyu araştırmıştım. Uzun uzun buraya bilimsel çalışmaların bir özetini aktarmak isterdim ama belki başka zaman. Özetle, işe yarıyor sevgili sangha. Bir şeyi fiziksel olarak yapmanın tam olarak yerini tuttuğu söylenemese de, insanın zihninde kendini bir şey yaparken canlandırması, neredeyse gerçekteki aktiviteyle benzer kas fonksyonlarını çalıştırıyor ve beynin benzer köşelerini aktive ediyormuş. ‘Yapmış kadar oluyoruz’ yani bir anlamda. Yogamızın yerini alsın diye değil bunu anlatışım elbette, ama serileri içselleştirmek için oldukça elverişli bir teknik. Öbür türlü ay şimdi ne geliyordu, bundan sonra ne vardı, sağ mıydı sol muydu, dur bir notlarıma bakayım, dur bir app’i açayım diye diye bütünlüğü kopuyor yapmaya çalıştığımız şeyin.

Evet ikinci prelüd diyorduk. Her şeyi göz önünde bulundurursak, güneşe selamlara kadar iyi gitti diyebilirim. Ama o buz tutmuşluk, dokuların birbirine yapışmışlık hissi yine orada. Vaişaka’da, ashvata’da kuyruğumu aşağı uzatmaya çalıştıkça hissediyorum içerden. Sarpa’da alışkın olduğum yere inmiyor gövde, yüksekten çalışıyorum. Ne zaman sol bacak geride, sağ bacağım önde arda bujanga’ya girdim, anladım ki buradan sonrası gelmeyecek. Bir süre bir yolunu arandım, boşa koydum dolmadı, doluya koydum almadı. Leğen kemiğimle bacak kemiğim arasında birileri halat çekme oyunu oynuyor gibiydi, hayır bizimle kalacak, hayır burada duracak, hayır burada, hayır hiçbir yere gitmiyor! Gençler bana müsaade diyerek yavaşça sıyrıldım pozdan, yerdeki hareketlere. Basit ve hafif bir seri ile tamamladım. Yerde sessizce otururken odaya ve içime kuş sesleri hücum etti. Demek kafamın içindeki gürültüden hiçbirini duymamışım hareketleri yaparken.

Yogam bittiğinde elime çayımı alıp huşu içinde kuş seslerini dinlerken püfür püfür esen sabah rüzgarında balkonda günlüğümü yazmaya koyuldum diye bitirmeyi çok isterdim bu yazıyı sevgili sangha. Ne var ki, evi süpürdüm. Evi süpürmemek gibi bir seçeneğim kalmamıştı. Zaten balkonum da yok. Ama süpürmem bittiğinde keten tohumlu ve chialı mis bir avokadonun eşliğinde çayımı yudumladığım doğrudur, yaşanmıştır.

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 10&11

Bugünlerde blog biraz tenhalaştı mı sangha, yoksa bana mı öyle geliyor? Birtakım yazarlarımızın son birkaç gündür hiç sesi soluğu çıkmamakta. Eğer yokluğunuzun fark edilmediğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz!

Son iki gün çok hızlı geçti. Dün Ayça beni ziyarete geldi, okudunuz mu? İstanbul’da istesek buluşamazdık. Fırsat bu fırsat deniz kenarında bol bol kaynattık. Doktor Kemal’le olan macerasını sanırım ondan dinlememiz gerekecek. Sonrasında biraz eşyalarımı topladım, Amerika’da yaşayan ve yılın sadece belli zamanlarında açan nadide çiçekler gibi zar zor denk getirerek görüşebildiğim arkadaşlarımı ziyaret etmek için akşam çıkıp Gündoğan’a gittim. Bir senelik arayı bir saatte kapatmaya çalıştık, ama buna da alıştık. Eve dönüp hafif bir yemek yiyip yattım. Böyleydi onuncu günüm.

Bugün İstanbul’a geldim. Yirmi iki gündür evimden uzaktaymışım. En son şu an oturduğum koltuktan bu yoga günlüğünü yazdığımda ikinci turun 15. günündeymişiz. Heyhat! Eve girer girmez yüzüme ağır, beklemiş, evin her yerine yayılmış bir sıcak dalgası çarptı. Camları açtım. Mutfak yine hayvan mezarlığına dönmüş, benim meşhur minik sinekler, ve evin içine girme talihsizliğinde bulunan diğer kanatlı mahlukların cesetleri mutfak karolarının üstünde.. Çiçeklere çarptı gözüm. Çiçeklerim! Yanmışlar sıcaktan. Orkidenin tek kalan çiçeği hâlâ üzerinde ama iyi değil belli, beti benzi atmış. Bir cins antoryum çiçeği olduğunu şu an size yazmak üzere aratıp öğrendiğim diğer çiçeğimin durumu ise kritik. Zaten son zamanlarda pek iyi değildi, korkarım buradan döndüremeyeceğiz onu hayata. Kötü hissettim onları öyle görünce, bir çiçeğe bile bakamıyorsun diye parmak salladı içimdeki ses. (Söylemediklerimi siz doldurun hanımlar.) Oradan zihnim hemen Gökay’a çiçekleri sulamadığı için sinirlenerek bir çıkış yolu aradı ama o fikre de o kadar tutunamadım ki hemen kendime kızmaya geri döndüm. Adam napsın, eve 6 saatliğine filan uğradı iki iş arası.

Son dönemde yanan ve iade edilemeyen uçak biletlerimin bolluğundan, kalçam sebebiyle zoraki tatilimi uzatmaya karar verdiğimde bu Çarşamba’ya aldığım uçak biletini ne olur ne olmaz diye esnek bilet olarak almıştım. Hayatımın ilk esnek biletidir. İyi ki de öyle yapmışım. Çünkü yine planlar değişti, babam da İstanbul’a gelmeye karar verdi. İşime de geldi doğrusu, o kadar şeyi çekerek veya sırtlanarak hiç mi hiç taşımak istemiyordum havaalanlarında. Atladık bu sabah 6’da arabaya, güneş kızıl pembe bir top gibi dağların yamacını ısırarak doğuyordu. Yollar bomboştu, 8 saatte evdeydik. Uçakla gelsem zaten bir saat önce evden çık, bir saat önce limanda ol, bir saat uç, bir saat kafadan rötar, yarım saat bavul bekle, otobüse veya taksiye bin çık, trafikte takıl, eziyet çek, vs. derken zaten en erken 6 saatte filan gelebilirdim eve. Mis gibi de oldu doğrusu. 22 günlük İstanbul yokluğundan sonra yaşanacağı yüzde yüz olan bir Sabiha Gökçen şoku/kaosu/travması yaşanmadı böylelikle.

Ama şimdi gözlerim kapanıyor sangha. Buna karşı koymayacağım sanırım. Yarın sabah ikinci prelüd ile yogamı eteğimde ziller kafamda mehter marşları ve karnımda kelebekler ile karşılayacağımı umuyorum. Belki ben de Fatma’nın yazdığı gibi “Dün hayalini kurduğum pratik değildi bu sabah yaptığım. Ama dünkü hayal, bu sabahki gerçek” diye yazarım size yarın. Kim bilir?

 

 

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 9

 

yalandunya

Bugünlerde zihnim her şeyi birbirine bağlıyor sangha. Oldum olası bayılmışımdır dedektiflik oyunlarına, insanların birbirleriyle ve çevreleriyle kurdukları bağları anlamaya, ve zihnimin içinde farklı kompartmanlarda yer eden ve ayrık gibi görünen bilgilerin arasında bir bağlantı kurmaya. O yüzden olsa gerek bu köstebeklik aşkı.

Bugün yogama döndüm. Öyle, size yazdığım gibi, bir anda oluverdi. Nereye gideceğini, ne yapacağımı bilmiyordum. Isınmalar temkinli, anilasana’ya geçiş çooook yavaş. Sol kalçamın içindeki dokulara birisi buzlu sprey sıkmış gibi. Buzlu bir suçi, üzerine manduka, ve kapanış. Uzun uzun oturdum, sorular sordum, teşekkür ettim, boyun eğdim.

Kapanışın sonunda sessiz otururken aşağıdan sesler gelmeye başladı. Daha doğrusu tüm yogam boyunca gelmişti bu sesler, babam aşağıda bir şeyler izliyordu, ama ne olduğunu anlamamıştım. Tam merdivenlerden inecekken tanıdım: Kung Fu Panda! Gelmiş geçmiş en iyi animasyonlardan biri. Birkaç defa izlemiş olmama rağmen kaçıramazdım, hemen koltuğa geçip kuruldum. Tesadüf olamazdı, çünkü tesadüf diye bir şey yoktu.

Çok geçmeden şeftali ağaçlı o muhteşem sahne geldi. Shifu ile Usta Oogway’in konuştuğu, ve Usta’nın veda ettiği sahne. Her defasında olduğu gibi yine hüngür sümük ağladım, yan kanepede oturan babama çaktırmamaya çalıştım. Shifu, hırsına yenik düşerek karanlık tarafa geçmiş olan ve yüreklere korku salarak yaklaşmakta olan eski öğrencisi Tai Lung’un gelişini öğrenmiş, Tai Lung’u alt etmek üzere koca şişko panda Po’dan nasıl bir Ejderha Savaşçısı yaratacağı konusunda ümitsizliğe düşmüştür. Oogway’ın Po’yu seçmiş oluşunun bir kaza, bir tesadüf olduğunu, Po’nun aslında Ejderha Savasçışı filan olamayacağını söyler ustasına. Usta Oogway de eski öğrencisi Shifu’ya şöyle der:

‘Dostum, sen bu kontrol ilüzyonundan vazgeçmediğin sürece ne panda kendi kaderini gerçekleştirebilir, ne de sen.’
‘İlüzyon mu?’ der Shifu,
‘Evet’ der Oogway ve şeftali ağacını gösterir. ‘Bu ağaca bir bak Shifu’ der, ‘istediğim zaman çiçek açmasını sağlayamam, meyve vermesini de.’
Shifu ağacın bir tekme vurup bir şeftali düşürür ve atılır: ‘Ama kontrol edebileceğimiz şeyler de var! Meyvenin ne zaman düşeceğini kontrol edebilirim! Tohumu nereye ekeceğimi kontrol edebilirim. Bu bir ilüzyon değil, Usta!’
‘Aaah aah evet’ der yaşlı Oogway parkinsonlu gibi titreyerek, ‘Ama sen ne yaparsan yap, o tohum büyüyüp bir şeftali ağacı olacak. Ondan bir elma veya portakal olmasını isteyebilirsin, ama o şeftali olacak.’
‘Ama bir şeftali Tai Lung’u alt edemez!’ diye haykırır Shifu ümitsizlikle.
‘Belki de alt edebilir’ der Oogway, ‘eğer ona rehberlik edersen, onu beslersen, ona inanırsan.’
‘Ama nasıl? Nasıl? Yardımına ihtiyacım var, Usta!’
‘Hayır, senin sadece inanmaya ihtiyacın var. Bana söz ver Shifu, inanacağına söz ver…’
‘Deneyeceğim…’

Ve şeftali çiçekleri arasında bu alemi terk eder Usta. İzleyip siz de ağlamak isterseniz diye videonun bir linkini buraya koyuyorum.

Gelgelelim, bugün bahsini etmek istediğim şey başka türlü bir ilüzyondu, ama ilüzyondu neticede! Nereden düştü aklıma bilmem, belki de dünkü Zen ve Okçuluk alıntısı zihnimin içinde bir yerlerde dönüp duruyordu hâlâ. Kendiniz işe karışmadan bir şeyin olamayacağını sanıyorsunuz! Bu da kontrol ilüzyonunun allahı değilse neydi? Bir şey olacağına varacaksa varacaktı gerçekten de. Kaçsak da, istemesek de, hediyemiz, kaderimiz, talihimiz neyse bizi bulacaktı. Bir de ilüzyonun geri kalanı vardı aslında. Yaşadığımız fenomenler dünyasında, bize –mış gibi görünen, her şey. Yalan dünya!

Aklıma bu yalanlık düşünce köstebek burnum beni bir Upanişad’a götürdü. Bir ustanın ‘dizinin dibinde oturarak’ dinleyemeyecektim bu kadim bilgiyi ama dizimin üzerine koyduğum telefonun kindle’ından girip erişebilecektim. Öyle de yaptım. Sonra aşağıdaki mısraları buldum. Sonra biraz daha ileri gidip kendimce, hadsizce Türkçe’ye çevirdim. Bugünün arkası yarını olarak burada bırakıyorum.

Conscious spirit and unconscious matter
Both have existed since the dawn of time,
With maya appearing to connect them,
Misinterpreting joy as outside us.
When all these three are seen as one,
The Self reveals his universal form and serves
As an instrument of the divine will. 

All is change in the world of the senses,
But changeless is the supreme Lord of Love
Meditate on him, be absorbed in him,
Wake up from this dream of separateness.

Shvetashvatara Upanishad, I9-10*.


 

Bilinçli ruh ve bilinçsiz madde
Her ikisi de varoldu ezelden beri
Maya bunları birbirine bağlar göründü,
Keyif bizden öteymiş gibi gözüktü.
Ne zaman bu üçü yek olarak görülür,
Evrensel halini ifşa eder Öz,
Ve ilahi iradenin bir uşağı olarak iş görür.

Duyular aleminde her şey değişkendir
Sevginin Tanrısı ise muaftır değişimden,
Onun üzerinde tefekküre dalın, onun içinde eriyin,
Uyanın bu ayrıklık rüyasından.

*Eknath Easwaran – The Upanishads