Kafa boşaltmak için geldiğim Kınalıada’da kafam yine bir sürü şeyle doldu. Bu sefer de milli gelir ve milli mutluluk gibi üçüncü dereceden olgulara değil de daha temel şeylere, örneğin fiziksel olarak hiçbir kara parçasıyla bağlantısı olmayan ada insanının psikolojisine gittim. Biz anakara insanından farklı mıdır acaba?
O gün hava patlar, fırtına olur, deniz seferleri iptal olur, çıkamazsın, dönemezsin.. Gerçi ben tabi geri İstanbul’a dönecekmişim gibi düşünüyorum, adamın evi orada, dönmese de olur. Neticede ihtiyaçlarının büyük bir kısmını orada temin edebiliyor. Peki daha sofistike ihtiyaçlar? İnsanların evlerine döşedikleri kalebodurların bile koli koli Mavi Marmara’larla taşındığı bir dünya. Kalebodurları geçiyorum, elektriğin bile denizin altından İstanbul’dan taşındığı. Eninde sonunda bir ada yerlisinin de umurunda olacak anakaradan uzun zamanlı kopukluklar. Peki bu onu daha da umursamaz yapar mı günlük hayatında? Ya da daha kaderci? Kimbilir, belki de daha yetkin, özgür, ve huzurlu. İnsanların buraya kaçmak istemesinin sebebi de bu değil mi zaten?
Belki de bu sebeplerden, bende hep bir mahsur kalacakmışım telaşı yaratıyor adalardan birine her gelişim. Ha çok mu üzülürüm, sanmıyorum. O kadar çok köpeğin olduğu yerde uzun vadede mutsuz olmam teknik olarak imkansız. Bugün bile, tesadüfen saptığım bir yokuşta karşıma çıkıp ada turumun geri kalanında bana eşlik eden, Sakine ismini taktığım kulağı keneli köpeğin beni son bir haftadır hiç yapamadığım kadar gülümsetebilmesi gibi.
Lost’tan mı, William Golding’den mi yoksa çocukluk masallarımdan mı yadigar bilmiyorum, bu adada mahsur kalma psikolojisinin bende belli belirsiz de olsa bir tedirginlik yarattığı muhakkak. Belki de her an bir terslik çıkıp her şeyi alt üst edecek ve kendimi hayatta asla yapmam dediğimi şeyleri yapar bulacağım diye. Gerçi bunun için adada mahsur kalmama gerek yok, kendi hayatım yeterince malzeme veriyor aynı doğrultuda.
Saramago’nun Blindness’ını hatırladım. Hayatımda sinemada gidip tamamını izleyemeden çıktığım tek film. İkinci yarının ortalarına doğru neredeyse nefes alamayarak kendimi salondan dışarı attığımı hatırlıyorum. Allahım o ne büyük iç sıkıntısı, o ne büyük darlanma.. Bir avuç kör insan aynı yerde yaşamak zorunda kalıyormuş, ne kadar olay olabilir ki diye düşünüyordum girmeden. Sahnelerin tümü neredeyse hala aklımda. En son bıraktığımda bilmemkaçıncı koğuşun kadınları tecavüz edilmek üzere diğer koğuşa gidiyorlardı. Beni sınıra getiren aldatma sahnesinden sonra son tahammül edebildiğim buydu sanırım. Kör deyip geçmemek lazım, bir yerde güç dengelerini altüst edecek bir şey her zaman bulunuyor. Dolayısıyla ada deyip de geçmemek lazım. Orada her an medeniyetten kopmaya hazır, kararsız bir molekül parçası gibi temel haline dönmek isteyen bir şey var. Sanki orada çok uzun kalırsam, içimdeki belli belirsiz insanı da kaybedip, sonsuza dek ıssız kalacakmışım gibi. İşte bu yüzden, beni anakaraya taşıyacak 20.25 mavi marmarasını kaçırmamak için iğde ağacının gölgesindeki bu banktan aceleyle kalkıyorum şu an.
Kınalıada