İnzivadan Kalanlar

Bugün, göz alabildiğine haşmetli ve bir o kadar da tehditkar doğasıyla büyülü Fethiye Yediburunlar’dan döndüm. Bu yıl boyunca asistanlığını yaptığım yin yoga hocalık eğitiminin inzivası vardı. Bu tarihlerden tam bir yıl yirmi gün kadar önce yine aynı yerdeydim, bu sefer öğrenci olarak. Adımımı atar atmaz yine o zaman hissettiklerime benzer hisler yerleşmiş içime, gidince fark ettim. Bir tedirginlik, bir huzursuzluk… İnsan bir yere aşağı yukarı bir yıl sonra tekrar gidince, o geçen bir yılın hesabını yapmak, onu gözden geçirmek daha mı kolay oluyor acaba?

İnzivada not tutmak için yanıma yine öğrenciyken tuttuğum defteri almıştım. Uçak Dalaman’a doğru yol alırken, buhranlı bir meditasyon sonrası karaladığım bir yazı buldum tesadüfen defterin içinde, heyecanla okumaya koyuldum.

14 Ağustos 2014
Ayağımın dibinde Buğday’la oturuyorum. Gerinirken patisini benim ayağıma doğru uzattı, gerindikten sonra da orada bıraktı. Bu boğucu sıcakta üstündeki kalın postuyla zor nefes aldığı belli. 

Yin yoga hocalık eğitiminin inzivası için Lighthouse denen bir yerdeyim, Fethiye Yediburunlar’da. Gerçekten göz alıcı bir yer. Odalar taş ve ahşap, kocaman, ferah. Dün gece uyurken odanın bir yerlerini kemiren tahta kurularının sesini duydum. Kırt kırt kırt.

Sabah güne biraz ısınmak için self-pratikle başlayıp meditasyonla devam ettik. Meditasyon ki ne meditasyon! Devrim hem bir meditasyon günlüğü tutun dediği, hem de genel olarak iyi bir fikir olduğu için o otuz dakika boyunca aklımdan geçenleri buraya aktarmamda fayda var. 

Sinekler. Vızır vızır, kaotik sinekler. Kulağımın dibinde, burnumun dibinde uçuşan sinekler. Mekanın yoga stüdyosunu oluşturan, tahta parkeler, yüksek ve ahşap bir tavan ve odanın üç bir yanını boydan boya sarmalayan camlar. Pat pat, pıt pıt. Dışarıda uçarken cama çarpan sinekler, içeride uçarken cama çarpan sinekler.

Bileklerimi ve dizlerimi rahat ettirmek için altımda iki tane blok, dizlerimin altında iki battaniye, seiza’da oturuyorum. Sinekler etrafımda vızıldaştıkça elim kolum oynuyor, kendime mukayet olamıyorum. Boynum gereksiz hızlı reflekslerimin bir kurbanı, neredeyse kramp giriyor vızıltıların getirdiği kasılmalarla beraber. Avuç içlerimi dizlerimin üzerine doğru bırakıyorum, daha topraklanmış hissediyorum. Devrim Ham-sa meditasyonu yaptırıyor. Ama ben gözlerimi dahi kapatamıyorum. Görmek istiyorum vızıltı nereden geliyor. Sinek mi, arı mı? Sinek mi, arı mı? Sesin frekansından çıkarmaya çalışıyorum, kara sinek mi, bal arısı mı, eşek arısı mı, uzay mekiği mi? Biri karnımı iki ucundan tutup buruşturuyormuş gibi hissediyorum. Nasıl başa çıkabileceğimi bilemiyorum bir türlü.

Ve sonra beklenen an: içeri orta boy bir arı giriyor, ve çıkamıyor. Girdiği pencerenin yana doğru sürgülü camı arkasında, tırmanıp düşüyor, tırmanıp düşüyor. Nefes al ham, nefes ver sa. Buranın sinekleri çok fazla ses çıkarıyor! Arı çıkamıyor, camın sonuna kadar tırmanıp, cama çarpa çarpa düşüyor, bızz bızz bızz. Ve yeniden. Hayvana acıyorum. Onu özgür bırakabilmek istiyorum, belki de kendimden bile önce. Tek yapması gereken on santim geriye, on santim sağa veya sola uçmak. Sonra özgür kalacak! Küçüklüğümden beri hep merak etmişimdir, bu kadar akıllı bir hayvan nasıl oluyor da yanı başındaki boşluktan giren havayı hissedemiyor, ya da şöyle biraz geriye doğru uçup bir bakamıyor olana bitene. Popo dansıyla polen lokasyonu paylaşan bir canlıdan söz ediyoruz. Ama yok, varsa yoksa cam. Kendi kendine yapılmış bir zindan. Bu gidişle yorgunluktan bitap düşüp ölecek. Yukarı tırman, aşağı düş; yukarı tırman, aşağı düş. Meditasyon yalan oldu. Üçüncü çakraya geldik. Gözlerim açık. Benden başka eline koluna hakim olamayan yok. Arı Devrim’in tam arkasındaki camda debeleniyor. Cam bana üç dört adım uzaklıkta. Göz ucuyla arıyı takibe alıyorum. Ham-sa, ham-sa. 

Kulağımın yanından kurşun gibi bir sinek daha. Boynum yine kasılıyor. Kendi kendime gülmeye başlıyorum, sinir bastı. Etrafa bakıyorum. Herkes zen ulan! Bir tek ben mi duyuyorum bu sesleri? Odada sekiz kişiyiz, bir ben. Geri kalan herkesin zihnine özeniyorum. Ham-sa, ham-sa. Psikoloğa mı gitsem diye geçiriyorum içimden. Aklıma Falih Hoca’nın örümcek fobisini ‘mommy issues’a bağlayışı geliyor. Acaba başka bir şey ile transferans mı oluyor diye düşünüyorum. Sinek de aynı, arı da aynı. Yine de arının yeri ayrı. Odaya bir kelebek girse muhtemelen benzer bir huzursuzluk olacak. Ama bir fark var. Kelebek ses yapmıyor. 

Tepe çakrasına geldi Devrim. Allahım her sabah bu böyle olacak! Güzel de fırsat diyorum kendi kendime ama olacak gibi de değil. Ne arı çıkabildi camdan, ne ben arıdan. Ne kadar çok benzediğimizi düşündüm o an. Nefes alıp oturduğum yere yerleşmeye çalışıyorum, ama arının cama çarpışı gibi ben de sürekli ona çarpıyorum. Arı ne zaman özgürlüğe doğru yaklaşıyor, içimden ‘hadi!! hadi!!’ diye tezahürat yapıyor, tekrar aşağı yuvarlandığında üzülüyorum. Çok yaklaşmıştı! Acaba benim de çıkış yolum bu arınınki gibi çok yakınlardaydı ve ben görmüyor muydum? Ham-sa.

 lighthouse