Korkunun Kollarında

Çağımızın popüler bir hastalığı vardır, halk arasında panik atak diye de bilinir. Genellikle hep başka insanlar yaşar bu panik atak denen şeyi, biz yaşamayız. Öyle gelir bize. Ara sıra yaşarsak da bunun panik atak olduğunu anlamadan geçiştiriveririz.

Psikoloji yüksek lisansı yaptığım için halk arasında bu da beni pek çok kişinin nezdinde otomatikman ‘klinik psikolog’ sınıfına sokuyor, ki alakam yok. Evet belki sıradan insanlara göre klinik psikolojiye ait kavramlarla daha haşır neşiriz ancak benim alanım olan sosyal psikolojide fazla bir yeri yoktur patolojinin. Dolayısıyla benim de panik atak sendromuna ilişkin bilgilerim ortalama bir insanınkinin ötesine geçmez. Bir musibet bin nasihatten iyidir derler ya, işte bir tecrübe de kulaktan dolma bin tane bilgiye bedel. Neyin ne olduğunu çok güzel anlıyorsun.

Geçen hafta Gökay’la iki günlüğüne Geyve’ye tırmanmaya gittik. Oldukça acemisi olduğum bu spora ilk günden beri terörle karışık çılgın bir sevgiyle bağlandım. Standart bir spor aktivitesine göre insanı zihnindeki ölüm korkusuna meydan okumak zorunda bıraktığı için kaya tırmanışının ayrı bir ‘kafası’ olduğu muhakkak. Bu kafa, lunaparkta içine bindiğinde korkudan manyaklar gibi çığlıklar attığın, rayların tepesindeyken sağına soluna akla hayale gelmeyen küfürler saçtığın, başka milyon tane yerde olabilecekken o an tam orada olmana lanetler saydırdığın bir roller coaster macerası sonrasında tren durup da her şey bittiğinde, -eğer henüz kusmadıysan- acayip bir şekilde seni ele geçiren ‘Haydi bi daha! Bi daha!!’ kafasına çok benziyor.

Belki bu spora daha az korkuyla başlayanlar vardır, ben onlardan değilim. 21 yaşıma kadar yükseklik korkusu olmadan yaşamış biri olarak, bir gün Sagrada Familia’nın dar merdivenlerinden yukarı çıkarken bel hizamın aşağısında kalan bir pencereden aşağı attığım bir bakışla beraber tüm dünyam alt üst oldu, o gün bugündür de içim bir hoş oluyor yükseklerden aşağı bakınca. Kaya tırmanışını ilk denediğimde Günsu’yla beraberdim Geyikbayırı’nda. İpin bir ucu en az yedi farklı noktadan yedekli bir halde en yukarıdaki halkadan geçerek belimdeki kemerde düğümlü, diğer ucu da Günsu’nun elindeki emniyet aletinde. Top rope dedikleri. Yani aslına bakarsan düşüp ölme ihtimalin sokakta yürürken bir muz kabuğuna basıp ölme ihtimalinden çok daha az. Hatta yok. Muzu yerken boğularak ölme ihtimalin bile daha çok. Ama gel de anlat bunu zihnine.

İlk denememde yerden henüz üç dört metre yükselmişken aşağıya bakmamla beraber kafamda bir şeyler attı, kuyruk sokumumdan içeri bir yumruk girip karnımın içindeki bağırsakları patlatacakmışçasına sıkmaya başladı, oradan nefes borumu ve ciğerlerimi, en son da kalbimi ele geçirdi. Ben de oracıkta, öyle, asılı kaldım. Zihnimin bütün fonksiyonları kapattı tatile gitti. Bir tek kulaklarım kaldı, o da kayadan kulaklarıma geri yansıyan, acınası bir ritimde kapasitesi yirmide birine düşmüş ciğerlerime sanki bir pipetten alıp vermeye çalıştığım nefesimin ağlamaklı sesini duydu o kadar. Kollar bacaklar desen, başıboş hortum kadar kontrolsüz, anlamsız bir şekilde asılı kalmakta direttiğim (burası önemli) kaya parçasının üzerinde son gücüme kadar kastığım parmaklarım acıdan ciyak ciyak. Sonra birden bir şey oldu, kafamı ayaklarımdan kaldırıp yüzümün iki santim ötesindeki kayaya baktım. Selam dostum, bir senle ben kaldık mı şimdi burada? Günsu’nun aşağıdan hadi yavrum, hadi kızımları, nefes al, nefes ver talimatları geliyor. Kayaya baktığım o an bütün hücrelerime garip bir idrak yerleşti, işte andasın yavrum! Anda kal anda kal dedikleri bu olsa gerek! Bu sporun belki de bu kadar bağımlı eden tarafı da buradan geliyor. Kaya ve ipin haricindeki her şey teferruat kalıyor. Korkudan aklını yemediğin sürece de o zihninde sadece ‘o an’ var oluyor. Al sana meditasyon. Birkaç derin nefes al verden sonra nefeslerim biraz daha düzene girdi. Al sana pranayama. Sonra nasıl oldu bilmiyorum, bir kuvvet geldi bir yerlerden, Allah ne verdiyse kolu bacağı yukarıya doğru alıp rotayı bitirdim. Günsu beni yere indirdikten sonra da her yerim titriyor, ama muzafferane bir his de yayılmış içime, adrenalin kokteylinden kafam bir dünya, deliler gibi mutluyum. Ayaklarım yere değer deymez de ‘Bi daha! Bi daha!’ diye geçiriyorum içimden, mecalim olsa zıplayıp el filan çırpacağım. Öyle bir coşku.

O günden sonra bir kez Geyve’de, bir kez Şile’de, sonrasında da yeniden Geyikbayırı’nda tırmanma şansım oldu. Top rope olmayan ve senin yükseldikçe ipini emniyet noktalarına taka taka çıktığın tırmanış olan lider çıkışı öldürsen yapmam diyordum. Manyak mıyım ben? Adrenalimi yaşıyorum, bir şekil çıkıp iniyorum işte, daha fazlasına ne gerek var? Bir kere deneyince hastası olacaksın, bırakamayacaksın dediler. Yok dedim istemez. Elimin kayaya üçüncü kez değdiği bir sefer, neyime güvendim de lider çıktım bilmiyorum. Aşağı bakıyorum, karnım hoplamıyor, manzaraya bakıyorum, kalbim sıkışmıyor. Amaan diyorum eskisi gibi korkmayınca da o kadar heyecanlı olmuyormuş. Sadece yukarı, sadece yukarı, yine Allah ne verdiyse çıkıyorum. Emniyette Gökay olduğu için kafam rahat, zihnim en ufak bir risk hesabı yapmıyor, hesaba katılması gereken bir risk varsa bile görmüyor, mutlu mesut hayatına devam ediyor. Böyle böyle birkaç sefer daha geçti.

Taa ki geçen Perşembe’ye kadar.

Bir önceki gelişimizde yağmur yağdığı için yarıda bırakmak zorunda kaldığım bir rotanın önüne geldik. İsmini hatırlamıyorum şimdi. Düşük dereceli rotalardan biri. İlk bolt benim için biraz fazla yerden yukarda, ancak eğim pozitif, elinle ayağınla bir yerlere tutunup kendini yukarı çekip takacaksın ilk bolta ekspresini, ipini de attın mıydı oradan tamam. Benim gibi acemiler için psikolojik bir tampon o ilk bolt. Ama daha bu ilk boltta olmaya başladı bir şeyler. Yukarı devam ettikçe allah allah diyorum ya, ben buraya geldiğimde daha da acemiydim, epey de iyi gidiyordum, sağıma soluma bakıyorum şimdi ayağımı atacak bir yer bulamıyorum. Nasıl yapmıştım geçen sefer? Ayak atacak yer var da, ben görmüyorum. El ara kızım el ara. Acemiyken yaptığın bir başka şey de sanki seni kolların taşıyacakmışçasına, delicesine ellerinle tutunacak bir şeyler aramak. Ve bulduğunu bırakamamak.

Birkaç bolt daha yükseldim, bir yere gelip kitlendim. Çılgınlar gibi elimi atacak bir yer, tutunacak bir ot, bir çatlak bir delik bir bişey arıyorum. Gökay’ın talimatları kafamda çınlıyor, ayak çalış ayak çalış! Arama bas git! Nereye basıp gideyim ulan diye geçiriyorum içimden, basacak ayak mı var? Hadi sol ayağı attım şu deliğin ucuna diyelim, sonra ne olacak? Sağ ayağı nereye atacağım? Düşünmeden gidince bu sefer önceden hesap et ayağını nereye atacağını diye kızar. Şimdiyse arama arama bas git diyor. Nefesler sıklaştı, aklıma Rock Warrior’s Way’deki iç diyalog meselesi geldi. Neler geçiriyorum o anda aklımdan, bir ona bakayım dedim. Çözüm önünde, karşında duruyor be yavrum, sakin kalırsan göreceksin. Hop hop. Daha önce de yaptığın gibi. Kollar bacaklar titriyor, bir punduna getirip yapıyorum yukarı bir hamle, öbür ayağı atacak yer yok lanet olsun, gerisin geri iniyorum son çıktığım yere kadar. Gökay aşağıdan bir şeyler söylüyor. Haydi kızım diyorum, şu iç diyaloğunu sevecen, destekleyici bir şeylere yönelt. Mind the sword, mind the people watch, mind the enemy, too many mind… No mind. diyorum, dinletemiyorum. Karnımdan yukarı tanıdık bir şeyler yükselmeye başladı. Allah dedim korku geliyor. Korkunun geliyor oluşu korkunun kendisinden daha çok korkuttu. Yine vücudumda bildik yerlerden geçti, eline bir yumak ip dolarmışçasına bağırsaklarımı birbirine kattı, midemi aldı un ufak etti, kalbimin üzerine çöktü, boğazımı aldı iki eliyle sıkmaya başladı. Midem bulanıyor. Ağzımı açsam ağlayacağım. Avaz avaz hem de. Tut kızım kendini tut. Tut bırakma. Bırakırsan gece yarısına kadar burada tünemiş vaziyette kalacaksın. Gökay hal ve hareketlerimi başka yüzlerce kişinin üzerinde görmüş olduğu için yaklaşmakta olan tsunaminin farkında, sakin ama buyurgan bir ses tonuyla beni kendime döndürmeye çalışıyor. Benim kafa gidik. Nefeslerini düzenle diyor, birden ona kadar say diyor. Biri bana ne yapacağımı söyleyince zihin uslu çocuk gibi hemen nefeslerin üzerine eğiliyor, biraz rahatlatmaya çalışıyor. Bir yanağım kayaya dayalı, (nolur tenimin bir parçası temas etsin şu kayaya!), birden ona kadar yavaş yavaş sayıyorum. Aklımdan o an bir filmin bir sahnesi geçiyor böyle nefesli, ama hatırlayamıyorum. Gökay ayaklarına güven, ellerini aşağıya bırak, yaslan kayaya diyor. Ah be yavrum, ben burada varoluş savaşı veriyorum, sen bana ellerini aşağıya bırak diyorsun. Beni bıraksan ısıracağım kayayı! Bir ancık bırakabiliyorum elleri, refleksle geri kalkıyor kollar yukarı. Kaldırma bırak! Bir gayret bir daha dene, haydi kızım güven ayağına bırak elleri, yok annem yok, o el o kayaya tutunacak. Gerçekte neredeyse işlevsiz olan ellerimin boyumun yukarılarında bir yerlerde bir çatlakta, bir kovukta, tek parmağımın girdiği bir delikte ümit araması boşuna değil. Zihnim kayaya tutunmaya çabaladıkça ellerim de gidip bir yerleri tutmak, bir yerlere asılmak istiyor. Halbuki parmak uçlarında bir merdiven basamağının üzerinde durmaktan bir farkım yok o anda, gayet de güvende ve rahatım. Ben asıldıkça vücudum daha da kasılıyor. Bacaklarımın zangır zangır titrediğini karşı köyden bakan görecek. Kaç dakikadır buradayım? Beş? Yirmi? Anasını sattığımın boltu da o kadar yukarda ki. Geride bıraktığım boltla aramda tam yarı yarıya mesafe var. İnsem inemem, çıksam zaten çıkamıyorum. Ellerim paramparça oldu. Gökay hala ellerini bırak diyor. Manyak mısın oğlum ne elini bırakması? Hiç de halden anlamıyor diye düşünüyorum. Tecrübelenince unutuyor işte insan acemiliğini. Başka zaman olsa sakinleşirim de, artık o çizgiyi çoktan geçtim güzelim. Bırak elleri! komutunu duydukça gözlerimden yaşlar fışkıracak gibi oluyor. Babamla araba kullanmayı öğrenmeye çalıştığım bir an mı geldi aklıma? Korkuyoruuuuum diye aşağı bağırıyorum. İnmek istiyoruuum. İnmek istiyoruuum. Son bir gayret sinirleri tutuyorum, burada bırakırsam tövbe inemem. Uyku tulumunu kılıfına tıkıştırdığım gibi korku da iç organlarımı biir bir yumak yumak ediyor. Ne menem bir şeymişsin sen.

Burada tabi değinmek gereken güzel bir ayrıntı var. O da neden? Sorusu. Neden bırakmıyorsun? İp dediğin arkanda bıraktığın ekspreslerden geçerek aşağı kadar iniyor, bir ucu emniyette. Asabını toparlayıp hafifçe kendini kayadan itsen, kontrollü bir düşüşle ipine kemerine oturacaksın rahat rahat dinleneceksin. Bu kadar kasmaya, kendini tüketmeye ne gerek var? İşte sana Psikoloji 101. Bir yandan yukarı ilerlemeyi becerememeyi bir nevi yenilgiyle eş tutan, zora, zorluğa karşı pes etmemekle kendini şahlandıran egom, öte yandan zavallıcık, temel bir yaşama tutunma arzusu ve ölüm terörü arasında kalbi kuş gibi çırpınan, tek isteği sağ salim ayaklarını yere değdirmek olan bir başka ben. Ama öbür deli manyak ne yapıyor? Tutunuyor abicim. Parmaklarının ucundaki son güç damlası da tükenip kaslar iflas edene kadar tutunuyor.

İşin garibi nasıl indiğimi hatırlayamıyorum. Çünkü düştüm de o rotada. Ama inerken mi düştüm, yoksa o esnada yukarı çıkma çabası içerisindeyken mi düştüm bilmiyorum. Anın heyecanıyla neremi çarptığımı da çok fark etmedim, zaten çok bir şey de olmadı. Gökay bu sefer de sen napıyorsun, öyle düşülür mü! diye bağırmaya başladı. Hani çocuk yere kapaklanıp da bakışlarını annesine çevirir, orada korku ve panik ifadesi bulunca kendisinin de korkmasının gerektiğini idrak edip yavaş yavaş ağlamaya başlar ya. İşte Gökay’ın sesindeki tını da fazla sert ve keskin çıkınca, dışarıdan muhtemelen daha korkutucu görünen düşüşümün arkasından daha fazla korkmam gerektiğini idrak edip paniğime bir yenisini daha ekledim. Ama bu kısım hangi ara oldu işte onu hatırlamıyorum. Asıl olay ben iç organlarım ve tüm uzuvlarım kasılmış, nefes borum neredeyse kapanmış bir halde yere inip popomu sonunda toprağın üzerine koyduğum an başladı.

Yere konduktan sonra sanırım panik atak geçirdim. Sanırımı mı kaldı ya, basbaya geçirdim ben. Ataktı, panikti, terördü, çılgınlıktı. Nefes alamadıkça daha da alamamaya başladım, pipet diyorum ya, aslında nefes borusunun çapı şimdi baktım iki santimmiş. O ara herhalde iğne deliği filan kadar olmuştu. Gökay yüzümü iki elinin arasına aldı, gözlerine baktırtıyor, nefes al ver diyor, ağlama krizi de eklenince nefes almak imkansız bir hale geliyor. Burundan giren nefesler rahatlatmaya başlıyor. Gökay’a sarılmış vaziyetteyken gözlerim kayanın karşısındaki yeşilliğin, vadinin, köyün güzelliğine takılıyor. Alıyor beni bir gülme! Ulan ne komiksin Pınar, şuraya geldin eğlence olsun diye, girdiğin tribe bak. Korkudan öleceğine bıraksana. Hahaha ne kadar komik derken tekrar vuruyor beni bir korku dalgası, kolumdan tutup beni kendi dansına doğru çekiyor, ben gözlerim donuk vaziyette tekrar ağlıyorum. Hıçkıra hıçkıra, deliler gibi. Arada bir neye ağlıyorum diye soruyorum, bulamıyorum. Sanki bundan önce korkup da hiç belli edemediğim bütün anların anısına ağlıyorum. Aklıma Kavi’nin masaj seansı geliyor, oradan bir tanıdıklık hissi. Yine kaç dakikadır buradayız bilmiyorum. Bir asır geçti ben sakinleşene kadar. Hayatımda böyle bir şey yaşadığımı hatırlamıyorum. Diye düşünürken aslında başka birisinin arabasında hızlı giderken de buna benzer bir korku hissettiğimi, korkudan ağlamaklı olup da çaktırmamaya çalıştığım anları hatırlıyorum ışık hızıyla. Demek onlar da bir nevi panik atakmış diye geçiriyorum. Bir nevisi mi kaldı kızım, bir türlü kabul edemiyorsun. Evet panik atak geçiriyorsun.

Ben sakinleşince kampa geri döndük, domates soslu mısırlı baharatlı bir makarna yaptık, yer yemez uyuduk. Ertesi gün sinirlerimi haşat eden rotaya tekrar gitmek istedim. Orada bırakırsam biliyorum bir daha asla devam edemeyeceğim. Gökay top rope açtı, çıkarken birkaç kez ipe oturdum ama ne yapıp ettim rotayı bitirdim. Kitlendiğim yeri nasıl geçtim orayı da hatırlamıyorum. Korkum geçti mi? Hayır. Sonrasında birkaç rota daha deneyip, hiç adetim değildir, yarıda bırakıp aşağı indim. Oh dedim ya! Yarım kalsın anasını satayım. İlla bitirmek zorunda mıyım? Psikoloji 101 dedim ya. İnsanın kendine dair birtakım keşiflerde bulunması için harika bir ortam sağlıyor kaya tırmanışı. Kendi kendinle nasıl konuşuyorsun, nasıl telkin edip nasıl kandırıyorsun, başkası müdahale ettiği zaman ne tepki veriyorsun, korkuyla nasıl başa çıkıyorsun, ya da çıkamıyorsun, bitirmek bitirmemek, kazanmak kaybetmek, denemek ve pes etmeye dair fikirlerin, önyargıların neler? Gözlerini açarsan hepsi biir bir gözünün önünde, şu çatlağın üstünde, bu deliğin içinde, seni bekliyor.

Doğanın içinde, kendi doğan senin keşfetmen için seni bekliyor.

IMG_4734
Fırtınadan sonraki sessizlik. Foto: G.B.

Yogadan Ötürü Acı Çekmek

Geçen ders sınıfa yogaya başladıktan sonra hayatı –bir süreliğine de olsa- daha kötüye giden oldu mu diye sordum. Kimseden ses çıkmadı. Neyi kastettiğimi anlamaları için biraz daha detaya girdim. Yogaya başladıktan sonra, sırf artık biz de yoga yapıyoruz diye, kendimize koyduğumuz kısıtlar, kurallar, etrafa yapıştırdığımız etiketler, toplumu algılayış biçimimiz, biraz daha katı, dar ve anlayışsız hale gelmiş olabilir mi? Üstelik de biz bizi sınırlayan kalıplarımızdan özgürleştiğimizi düşünürken. Gün be gün tekrar tekrar yaptığımız hareketlerin içerisinde, zihnimiz kendi konfor alanını yaratıp tekrar bildiğini okumaya başlamış olabilir mi sinsi sinsi?

Samimiyetle kendi soruma evet diye cevap verdim, kocaman bir evet. Hayatıma yoga girdiğinden beri içine düştüğüm ızdırabın haddi hesabı yok neredeyse. Komik değil mi? Günümüzde yoganın mutlu olmak için yapılan bir aktivite olduğunu sanan, veya buna inandırılan insanların nezdinde, şok edici hatta. Yoganın bana pek tarifi mümkün olmayan bir tatmin ve doluluk hissi verdiği bir gerçek. Güzel geçen bir yoga çalışması sonrasında – ki bir yoga çalışmasını güzel yapan şey nedir onu da ayrıca sorgulayabiliriz – her şeyin yerli yerine oturduğunu, içimde ben daha ne olduğunu anlayamazken sanki evrendeki yerini çoktan keşfetmiş de onun içinde kendini akışa bırakmış parçalarımın huzurla titreştiğini hissettiğim çok an oluyor. Bu anları belki bir lokmacık bile tadabilmek için yoga yapmaya değer. Veya öz ile çalışan başka herhangi bir disiplin. Ama bu anların dışında kalan zamanlarda, dolaylı olarak yogadan ve onun hayatıma getirdiklerinden ötürü acı çektiğim çok oluyor. Yoga yapamadığım günler için kendimi suçlamalarım, belirli şartlar yerine gelmediği müddetçe yoga yapamayacağına inanmış olan zihnim, çalışmayı aksattığı zaman olayı daha da ileri götürüp “sen nasıl bir yoga hocasısın!” diye vahşice kendi kendine parmak sallayan super-egom. Zihnimin yoga vasıtasıyla kendine dayattığı zorbalıkların daha karanlık bir çetelesini başka bir yazıya bırakayım.

Peki ama neden? Çünkü zihin dünyadaki başka her şeye yaklaştığı gibi yogaya yaklaştığında, onun yıllardır tekrar ede ede güçlenmiş kalıplarını bu alana da taşıyoruz. Üstelik de, tam olarak özgürleştiğimizi sandığımız koşullanmışlıkların tuzağına düşüyoruz hiç farkına varmadan (bkz. samskara). Buna yoganın insanı katman katman soyup gölgelerini birer birer ipe seren gücünü de katarsak, acı çekmekle beslenen ve neredeyse bununla var olan bir zihin için yoga da bir diğer ızdırap aracı olarak yerini baş köşede alıyor. Bunu fark ettiysek vur üstüne bir de “eyvah yogam işe yaramıyor!” kırbacını. Böyle böyle yuvarlanıyoruz bataklığın içine.

Yoga derslerinde sık sık tekrar edilen bir cümle var. Matın üzerinde neysen dışarıdaki hayatında da osun.. Veya yoga çalışmasının asıl amacı bu çalışmayı matın ötesine, günlük hayata taşımak diye. Yogaya ilk başladığım yıllarda yoga matı üstünde yaptığım şey her neydiyse onu günlük hayatıma taşımak nedir, neyi içerir, buna dair en ufak bir mefhum yoktu zihnimde. Çok beylik bir laf gibi gelirdi üstelik. Bu cümleyi çok uzun zaman anlamadım (bir de “omuzları kulaklardan uzaklaştır” talimatını). Şimdiyse verdiğim dersleri başka herhangi bir kavram üzerine temellendirmeyi düşünemiyorum bile. Gerçekten de eğer yoga dışındaki yaşantıma bir yerinden değmeyeceksem bu çalışmayla, yogaya olan yaklaşımımdan, bir pozun içerisinde kendimle yaptığım muhabbetten hayatımın geri kalanına dair bir şeyler keşfetmeyeceksem, bacağımı kafamın arkasına da atsam, ellerimin üzerinde amuda da kalksam, yaptığım yoga kültür fizik hareketinden öteye geçmeyecek. Üstelik bir de sakatlanacağım. Uzun lafın kısası; özüm değişip çatırdamadan yogam yoga olmayacak.

Ama bu yol uzun, dikenli, çetrefilli, ve karanlık bir yol. Belki de tam da bu yüzden yoganın bir guru rehberliğinde yapılması gerektiğinin altını çiziyor eski metinler. İngilizceye tercümesiyle gu-ru, tam olarak “dispeller of darkness” diye çevirebileceğimiz bir sözcük. Karanlıkların def edicisi. Bizim yolumuzu aydınlatacak, yolumuzdaki engelleri ortadan kaldıracak olan kişi anlamında değil. Aksine, kendi ışığımızı bulmamız için bizi yüreklendirecek, kendisi de bir bir onlardan geçtiği için tuzaklara düştüğümüzde bunu tüm netliğiyle fark edip bize gösterecek olan kişi. Yogadan önce savaş sanatları ile bir süre uğraştığımdan olabilir, Shadow Yoga ile tanıştığımda tek bir hocaya bağlı kalınarak yapılan yoga bana hep çok doğal gelmişti. Hoca ve öğrenci arasında oluşan bağ, o bağ içerisinde öğrencinin kendisini tanıması için çok bereketli bir alan. Yıllar içerisinde yavaş yavaş fark ettiğim şey şu oldu; disiplinler değişse de, yöntemler, hareketler değişse de, tüm bu çalışmaların yoğunlaştığı prensip hep aynı. Hareket de, hoca ile aramızdaki bağ da, kendimizi tanıyalım diye kullanabileceğimiz birer araç. Tüm olay bu.

Geçenlerde bir yerlerde bir alıntı görmüştüm, şimdi sordum Gugıl’a ama bulamadım kaynağını. “You cannot have a relationship with someone other than the relationship you have with yourself” diyordu. Kendinizle kurduğunuz ilişkiden daha farklı bir ilişki yaşayamazsınız kimseyle. İşte tam da bu yüzden, kendimizle olan diyaloğumuz neyse aynısını yogamıza da taşıyoruz. Kuralcı, otoriter bir zihnimiz mi var, yogamız da askerlerimizden biri oluyor; her şey nizamlı her şey düzenli, belli kurallar içerisinde güzelce çerçevelenmiş. Mükemmelliyetçiysek yıkıl karşımdan diyoruz kendimize. Her gün güneş doğmadan bu yoga denen mereti yapamıyorsan hiç yapma daha iyi. Kavgacı bir mizacımız varsa ya pozlarla, ya da hocayla kavga ediyoruz. Her şeye bir açıklamamız var ve asla dinlemeye niyetimiz yok. Kendimize yüklenen bir tipsek, ne yapsam olmuyor diyoruz. Güçsüzüm, kurbanım, eziğim ben, yapamıyorum. Herkes yapıyor, bir ben yapamıyorum. İlişkilerde de benzer duvarlara tosluyor, bu yüzden bir sevgilinin kollarından diğerine koşuyor, her seferinde hüsrana uğrayıp bütün erkekler aynı! deyip geçiyoruz. Halbuki aynı olan biziz. O yüzden de her ilişkimiz sanki birbirinin bir kopyası oluyor, farklı karakterlerle değişik yerlerden başlasalar bile, vardığımız nokta, yaşadığımız sorunlar hep benzer oluyor. Çünkü karşımızdaki insan bize olduğumuz gibi bizi yansıtıyor. Tıpkı yogamızda olduğu gibi.

Sonra ne oluyor?

Sanırım öncelikle insanın mevcut varoluş hâlinden adamakıllı bezdiği bir noktaya varması gerekiyor. Kendince her yolun denenmiş, hiçbir şeyin sonuç vermediği (gibi göründüğü) bir yere varılması, tüm benliğimizin ben olmayan bir dolu kavram ve şahsiyet tarafından işgal edildiğinin farkına varılması, tuttuğumuz her şeyin (neredeyse) elimizde kalması, umutların tükenmesi gerekiyor. İnsanın kendi zihninden geçen, dudaklarından dökülen her düşünce ve sözden sıkıldığı, yorulduğu, içten içe onlara göz devirdiği bir yer. Tüm samimiyetsizliklerin birer birer tespit edilip alaşağı edildiği bir muhabere. Bu kadar karanlık olmak zorunda mı? Evet. Tüm hikâyeler, masallar, mitler, bize bunu söylüyor. Karanlığa inmeden ışığa ulaşamazsın, derinlere dalmadan inciyi bulamazsın.

Sonrasında, nasılını tam bilmesek de, değişim bir yerlerden başlıyor. Değişmek dışındaki tüm seçenekler denenmiş, elenmiş oluyor. Aslında tüm bu buhranların, değişimin çok önceden başlamış olduğunun birer alameti olduğunu çok sonra anlayabiliyoruz. Yoga gibi can ile uğraşan bir yolda ilerliyorsak işin çoğunu prana’nın halletmiş olduğunu fark ediyoruz. Tohum için çatlamamak, çatlamaktan daha büyük bir risk haline geliyor.

Çatırdıyoruz.

 

İlk metin: 19 Mayıs 2016
Güncelleme: 25 Şubat 2019

 

X

Başımı çevirdiğimde Mehmet Hoca’nın kütükleri bir kademe daha yükselttiğini farkettim. Karşımda, tüm basitliğiyle, bir zamanlar sarı beyaz boyalı olan, pek çok atın nalları altında darbe aldığı her halinden belli, x şeklinde karşılıklı duran iki emektar kütük, bana bakıyor. İçimden yükselen korku girdabını yenmek için bir tur daha atmaya ihtiyacım olacak, ama önce biraz nefeslenmem lazım. Durduğumuzda, bacaklarımla sımsıkı tutunduğum heybetli gövdenin yaydığı yoğun sıcaklık dondurucu soğukla birleşince, her ikimizi de içine alan bir buhar bulutu yükseliyor. Bebita’nın kişnemesiyle beraber yeniden dört nala kalkıyorum, Mehmet Hoca da bir yandan elini havada döndürerek “sallanma!” işareti yapıyor. Ben hariç herkes sabırsız. “Bu gidişle yarın sabaha atlarsın sen!”

Kendimde o cesareti bulamadığım için manejin etrafında attığım üçüncü tur oldu bu. Manejin açık kapısından içeri giren ışık aklımı çelmek üzere. Tüm bu işkenceyi bırakıp dışarıda güneşin altında sakin sakin dolaşmak istiyorum. Bebita beni cesaretlendirmek istercesine kafasını sağa sola sallayıp daha da hızlı gitmeye başlıyor.

“Hocam, az önceki yükseklik daha iyiydi sanki?”

Nefes nefese son çırpınışımı yapıyorum, Mehmet Hoca’ya sökmüyor, bakışları net, eliyle engeli gösteriyor. Engelin önünde yerde duran diğer kütüğe bakarak hızımı ve atın adımlarını hesaplamaya çalışırken alnıma kocaman, buz gibi bir su damlası düşüyor tavandan. Hesabımı baştan alırken cebimden çıkardığım mendille alnımı siliyorum.

“Hocam ama ben daha önce hiç bu kadar yüksek – “

“ATLAR MISIN?!!” Mehmet Hoca’nın tahammül sınırına yaklaştığı ses tonundan belli oluyor. Pes ettim.

Engeli karşıma alırken bir yandan da dizginlerin gerginliğini ayarlamaya çalışıyorum ama eldivenin içinde donmuş olan parmaklarıma hükmetmek pek de kolay değil. Bebita’nın sabit ayak sesleri zihnimin peşisıra ürettiği felaket senaryolarını biraz olsun bastırıyor. Yerde duran kütüğe bakıp hızımı biraz azaltıyorum, Bebita’nın kahverengi kulakları arasından görünen engel nedense artık korkutmuyor. İki kusursuz fuleden ve Bebita’nın havada asılı kaldığı birkaç uzun saniyeden sonra yeniden yeryüzüyle birleşiyoruz. Arkama baktığımda iki kütüğün de yerinde durduğunu görüyorum. Bedenimin üst kısmını hafifçe eğerden kaldırarak öne, Bebita’nın yelesine doğru eğilip iki elimle boynuna sarılıyorum. “Aferin kızıma!” diye fısıldıyorum, o yumuşak, kahverengi kulağa doğru. Bebita, kafasını sallıyor.

19 Ekim 2011

Bebita
Bebita