Bir Yoga Günlüğü: Gün 7

Normal şartlar altında yüzde yüz yogayı yalan edeceğim bir sabahtı. Dün gece bir arkadaşımın doğum gününü kutlamak üzere toplaştık. Garsonun su servisi yaparmışçasına daha bardağım bitmeden yeniden doldurması yüzünden ne kadar şarap içtiğimi de kovalayamadım. Oradan çıkıp başka bir mekana gittik. Bir bardak ve salatalık dolusu alkollü bir içeceğe kıymış olduğum paranın bari hakkını vereyim diye içinde tam olarak ne olduğunu bilmediğim passion fruit’li egzotik bir şey içtim. Gece nasıl olursam olayım ve saat kaç olursa olsun kendi evime döneyim inadını dün gecelik kırıp bir arkadaşımda yattım, çünkü hiçbir şey yapmaya halim kalmamıştı. Sabah kalkıp 8:45 vapuruyla Kadıköy’e geçip oradan eve yollandım. Açlıktan midem kazındığı için klasik vapur tost çay ikilisine sığındım. Dolu karınla da şimdi nasıl yoga yapacağım diye içimden hayıflandım.

Cadde’deki dersim için Pazarları 12 gibi evden çıkmam gerekiyor. Yogayı böyle bir şeylerin arasına sıkıştırmayı gerçekten hiç sevmiyorum ama işte idealler peşinde koşan zihnim için tam günü: hem midem dolu, hem az zamanım var, hem de alışık olmadığım bir gece geçirdim ya, alkol ve ağır uykunun sonrasında arka bedenim yine kaskatıdır diye de bir öngörüm var. Hani akşam yaparsam daha iyi olur filan. Ama ya akşam da yapamazsam? korkusu ağır bastı, geçtim tıpış tıpış yoga odasına.

Ben anlamadım, sanki arka bedenin ilacı şaraptaymış gibi bir açık bu sabah beden, bir açık! Ha ha. Acaba Özge’nin yatağı visko diye mi böyle oldu? Çarşambadan beri beni çekiştiren kas incinmem bile uslu uslu duruyor, can yakmıyor. Peki dünkü tenis topunun hayrını bu sabah görüyor olabilir miyim? Bunun için çok daha kontrollü bir deney ortamına ihtiyacım var. Her şey bir yana, alkol pittayı iyice coşturduğu için bu bana kan, ter ve göz yaşı olarak geri dönecek onu biliyorum. Nitekim öyle de oldu. Sular seller içinde bir saat çalıştım. Bugün çökmeleri yapmadım. Isınmalardan sonra canım 3. prelüd çekti. Mayura’da dirsekler tam yerine gömüldü, onca tere rağmen sağa sola kaymadı. Hop! Şaka gibi. Derler ki zehiri bile sindirebilirmişsin Mayurasana sayesinde. Ben de kanımdaki alkol derimden ter olarak fışkırırken birkaç nefes kaldım orada. Akabinde bir durak da padmalısı. Bu padma mayurasana’da sol iç kasığımda bir şey çıtlıyıp rahatlıyor her seferinde, çok seviyorum. Pratiğin devamını yine önceki günlere benzer bir seriyle getirdim. Tatlı hislerle pratiği bitirdim.

Yolun dörtte birini aştık bile ey karavan! Sen ne yaptın bu çöl Pazar’ında? Bizimle misin?

Hadi ben Vikinglerime kaçtım.🗿 Bugün buraya bir de şarkı bıraktım.

f(x)

Bir şehirdeki insanların mutluluk oranını ölçecek bir model geliştirseydik hangi parametreleri kullanırdık? Kişi başı gelir? Sosyal devlet imkanları? Eğitim düzeyi? Alkol ve sekse kolay erişim? Bunların hiçbirisi tek başına insanların mutlu olması için yeterli gibi gelmiyor. Örneğin en çok intiharın gayri safi milli hasılası en yüksek olan İskandinav ülkelerinde gerçekleşmesi gibi. Eğer intihar etmeyi bir mutsuzluk manifestosu olarak varsayarsak, bu durumda, hayatları dünyadaki pek çok insana kıyasla daha rahat gecen bu adamlar görünüşe göre yine de mutlu değil. Belki de amaçsızlık ve hayatta ne yapacağını bilememek de bu insanların mutsuzluk sebebi. Veya toplumun onlardan hiçbir şey beklememesi. Bilmiyorum belki de yeterince güneş almıyorlar.

Peki, bizim belirlediğimiz terim ve ekonomik ölçütlere göre yoksul olan bir Afrika kabilesinin senden benden daha mutlu olmadığının ne garantisi var? Mutluluk belki de yüzmek, şarki söylemek gibi bir beceri. Çünkü gerçekten pek çok şeye sahip olup da hastalık derecesinde mutsuzluk içinde yasayan insanlar var. Tamamen kendi kendine yaratılan, sahip olunan ekonomik ve sosyal erişimlerden bağımsız, kendi kendine besleyip yeşertilen ve yine ondan beslenilen bir mutsuzluk. Bakıp da görebilmek gibi, yaşayıp da mutlu olabilmek de bir marifet gerektiriyor şüphesiz.

Peki bu beceriden bağımsız başka neler olabilir bir insanı, bir toplumu ortalamada mutlu eden? Çok genel de olsa belirleyebileceğimiz şeyler olmalı. Let n be the average # of smiling faces. Burada insanların yüzü kendiliğinden gülüyor gibi. Bisikletin üstünde giderken, sandviçini yerken, çöpünü ıskalarken, yolda köpeğini yürütürken. Seni görüp kibarlığından gülümsüyor da değil. O zaten gülümsüyor, sen de bir şekilde ona denk geliyorsun. Dün bisiklet üstünde Leiden etrafındaki lale tarlalarının yanından geçerken kendimi aptal gibi sırıtırken yakaladım bir ara. Bunca güzellik arasında nasıl gülmeyeyim? Kahkaha bile atarım! Oysa ne çok mutsuz insan vardır İstanbul’da. Karşıdan karşıya geçerken çarpışırsın mutsuzdur, dolmuşta yanına oturursun mutsuzdur, sevgilisi olursun mutsuzdur. Ama o ne yapsın, bin türlü derdi var. Elin İskandinavyalısı gibi üniversiteyi bitirince ‘kendimi bulmam lazım’ diye dünya etrafında devri alem yapacak hali yok. Kim bilir, belki ben bile mutsuzumdur İstanbul’da.

Tam da ihtiyacım olduğu bir zamanda karsıma çıkan ve bir aralar inanılmaz popülerleştiği için epey bir süre burun kıvırdığım “Eat, Pray, Love” isimli muhteşem kitapta, bir muhabbet sırasında her şehrin kendine ait bir sözcüğü olduğundan bahsediliyordu. O şehrin caddelerindeki ruhu en iyi yansıtan, insanların düşüncelerinin en çok üzerinde dolaştığı tek bir sözcük. New York’lu olan kendi şehri için ‘achieve’ sözcüğünü kullanıyor uzun bir sure düşündükten sonra. Elde etmek. Stockholm’lu olan ‘conform’u seçiyor. Uymak. Roma’lı için kendi şehrinin sözcüğünü bulmak çok kolay: Seks! İstanbul için ne derdik bilmiyorum. Belki “karmaşa”. Gerçi 15 milyon insanın ruh halini tek bir sözcükte nasıl birleştireceksin? Yine de “tutku”, “sakinlik” veya “huzur” diyemeyeceğin kesin!

Kulağımdaki şarkı ben İstanbul’a doğru uçmaya hazırlanırken kapanışa eşlik etsin: C’eri tu serenità, ora chissà in che cielo sarai. Dove vai serenità? Fermati qua, non andartene dai.

Schiphol