Geçip Giden Zaman Değil, Ömürdür

Beyin sisi. Zihnin içinde gezinen düşünceler arasındaki görüş mesafesinin azalması. Böyle bir kafa hâli içindeyim. Bazen içimden yazmak geliyor, oturuyorum başına, sonra kelimeler bir bir kayıp gidiyor parmaklarımdan, zihnimin içinde bir araya zar zor gelen sözcükler, içimdeki hislere bir türlü tercüman olmuyor. Adamakıllı bir cümle yazmak dakikalar alıyor. Sanki aklımdan dört basamaklı iki sayıyı çarpmaya çalışıyorum, kafamın içindeki sis bulutunda sözcükler bir araya gelemeden yok olup gidiyorlar. Zaten aman diyorum yazacaksın da ne olacak.

Hayatımın boşa harcandığı gerçeği son birkaç aydır iyice yakamda. Bu ne bir varsayım, ne bir hüsnü kuruntu. Düpedüz gerçek. Zihnimde her gün London Grammar’dan ‘Wasting My Young Years’ şarkısı.. Harcanıp gidiyor günlerim instagramda, haber sitelerinde, akıllı telefonumun dehlizlerinde. Bense bu zaman bolluğu içinde hayatımla elle tutulur hiçbir şey yapamıyor olmanın, sevdiğim insanın yaşadığı ve hayatlarımızı birleştirelim diye taşınmaya karar verdiğim ülkeye bir türlü giremiyor olmanın üzüntüsü ve öfkesiyle, her saniye, her dakika, her gün daha da yaşlandığımı hissediyorum. Kemiklerimden, cildimden, eklemlerimden ve zihnimin her köşesinden fışkırıyor bu gerçek.   

Hayatım Salı, Cumartesi ve Pazar ekseninde, emektar sınıflarımın online ders programları etrafında şekilleniyor. O anlarda hayatımın hâlâ bir amacı var evet. İş gibi gelmeyen bir iş. Başka birilerinin hayatlarında belirli bir yer kaplıyor olma duygusu. Yoganın sanal aleme bile nüfuz edebilen gücü. Derslere ara verdiğim haftalar durum daha da mühim. Günlerden Perşembe mi, Pazar mı? Ne fark eder. Her günüm neredeyse bir diğerinin aynısı. Pazar günü İsrail’de yeni haftanın ilk günü. Heyecanla yeni bir haber çıkar mı diye bekleyişe başladığım ilk gün. İki dersim oluyor Pazarları genellikle, ne mutlu bana, hemen geçti gün. Sonra? Sonra, Perşembe’ye kadar sünüyor hafta bir sakız gibi. O haber gelmiyor, gelmiyor.. Perşembe günü İsrail’de hafta bitiyor. Cuma da yarım gün çalışıyorlar galiba ama bizi ilgilendiren göçmenlik bürosu çalışmıyor. Çalışsa da bize karşı çalışıyorlar sanki.

Bu yaşıma dek bir avukatın profesyonel hizmetlerine ihtiyaç duyduğum ilk seferin, romantik ilişkimin gerçekliğini devlet nezdinde kanıtlama ihtiyacından doğmuş olmasını çok komik buluyorum. Benim bir kaçakçı, sahtekâr veya terörist olmadığımı, ilişkimin fiktif bir ilişki olmadığını, sadece ve sadece o ülkede yaşamaya ölüp bittiğim için kendime oralı bir manita yapmadığımı, bir ajan olmadığımı, birlikte dosyalarca resmî belge verdiğimiz bu adamla birbirimizi gerçekten sevdiğimizi kanıtlamak için bir avukat tuttuk. Normalde aksi kanıtlanana kadar masumuzdur ama, bizim durumumuzda işler tam tersi ilerledi. Belgeleri teslim edeceği gün Roei’nin şans eseri denk geldiği, lakin sonradan bu tarz dosyaları zorlaştırmasıyla nam salmış olduğunu öğrendiğimiz memurun bize TAKMASI sonucunda ülkeye girebilmem için ödenmiş kefalete rağmen (çünkü ilişkimizin gerçekliği şüpheliymiş!), giriş iznini alamıyoruz.

İşte bu bir durup bir ilerleyen, çözülüyormuş gibi görünüp sonra insanı tamamen umutsuzluğa sürükleyen süreçte, evi mi kapatıyorum, taşınıyor muyum, eşyaları elden çıkarıyor muyum, çıkarmıyor muyum derken, düpedüz delirmenin eşiğine geldim.

İnsanın kendine iyi geleceğini bildiği halde o şeyleri yapmaması, yapamayışı, inadına yapmayışı çok kederli bir durum. Her şeye rağmen burada hayatın devam ettiğini bilsem de, bir köşe kapmaca oyununda kıçımla iki ayrı sandalyeye birden oturmuşum hissini, bir uzay boşluğunda, bir arafta kalmışım hissini ve bu hislerin getirdiği uyuşmuşluğu üzerimden silkip atamıyorum. İstanbul’un çok sevdiğim bir yerinde yaşamama, etrafımda parklar bahçeler ve kilometrelerce uzanan bir sahil yolu olmasına rağmen kendi elimden tutup da hadi biraz hava alalım demeyişime, diyemeyişime, akıl sır erdiremiyorum. Yine de içimde pes etmeyen küçücük bir ses hâlâ var, ona tutunuyorum. Bu sabah yeni ay tamamında olduğu için yoga yapmayacaktım. Ne olduğunu anlamadan kendimi üzerime yağmurluğu geçirmiş, dışarı çıkmış halde buldum. O küçük ses nihayet komutayı eline aldı, beni parkta yürüyüşe çıkardı.

İşte böyle sevgili okur. Hayret, ilk defa başı sonu belli bir sayfa yazı çıkmış elimden. Pandeminin başından bu yana ilk defa. Belki yürüyüş sonrası damarlarımda daha iyi deveran eden kanın zihnimdeki o yapışkan dumanı aralamasıyla mümkün olmuştur bu. Vakit kaybetmeden postalıyorum.

10 Şubat 2020, Arava Çölü

Bir Yoga Günlüğü: Gün 19&20

Saat şu an 08:01’i gösteriyor. Yapmam gereken bir sürü şey var, bu akşamki yolculuk için toplamam gereken bir çanta, mümkünse bir sabah yogası, ve dahası. Ancak geçtiğimiz iki günü kısa da olsa şöyle bi toparlamak istedim, yoksa ipin ucu kaçmakta!

Mesela şu an 19. günümün yogasını hatırlayamıyorum. Evet hayal meyal geldi şimdi. Güzel, kısa ve öz bir sabah pratiğiydi. Evden çıkıp Tophane’de Burcu’yla buluştuk. Bugünün planı çok netti: Sabah 11:30’da Kılıç Ali Paşa Hamamı‘nda randevu, ve sonrasında tamamen canımız ne isterse onu yapacağımız, kafası rahat bir gün. Aynen de öyle oldu.

Hamamın kapısından içeri girdiğim andan çıkana kadar geçirdiğim her saniye içime, ruhuma, her şeyime iyi geldi. Olağanüstü bir atmosfer var içeride, ve olağanüstü bir hizmet. Sıramızı beklerken ve dinlenirken mevsimin taze meyvelerinden, buzz gibi harika bir şerbet sundular. Erik şerbetiymiş. Ardından yine serin, nane kokulu havlular getirdiler. Koklasam mı yüzüme mi sürsem karar veremedim. Ardından hamam sefası. Sanırım yirmi dakikaya kadar göbek taşının üzerinde Burcu’yla muhteşem kubbedeki şekilleri, içeri süzülen ışık huzmelerini seyre dalarak, yarı hipnotize bir şekilde kalakaldık. Burcu tabii tecrübeli. Bense bu çapta ilk defa bir hamam deneyimi yaşıyorum ve içeri adımımı attığım andan itibaren de bu olayın müptelası olacağıma adım gibi eminim! Mermer taşının grili mavili rengi, beyaz duvarlarla olan uyumu, şıpır şıpır su sesleri, insanın ruhunu okşuyor adeta. Osmanlı işini biliyormuş dedik.

kap.jpg
girişte karşılandığımız ve yıkandıktan sonra dinlenmek için serildiğimiz alan

İster istemez kışın buz gibi soğukta yaşanılacak bir hamam tecrübesinin nasıl olacağını düşündük. O göbektaşının üstünde ayaklarıma, karnıma, sırtıma, o kadar güzel bir ısı yayıldı ki, eklemlerime bile iyi geldiğini hissettim. Ardından bizle ilgilenen hanımlar geldi, ve bizi bir güzel yıkayıp pakladılar. Bir ara kadının çılgınca köpürttüğü keseden fışkıran baloncuklar altında kıkırdamadan edemedim. İçinde çocukluğuna dair en ufak bir kırıntı barındıran bir kişinin de bu baloncuk sefasından etkilenmeyeceğini düşünemiyorum. O keseden nasıl o kadar çok baloncuk çıktı ve her yer köpük içinde kaldı, bilmiyorum. Natırım (kadın tellaklara natır deniyormuş) beni yıkarken ben de köpüklerle oynamaya daldım. O bir saat tek yaptığım natırın direktifleri kapsamında oturduğum yerde bir öne eğilip bir arkama yaslanmak oldu. Yoga dersleri her ne kadar insana doygun bir tatmin hissiyle geri dönse de, derste geçirdiğin bu dakikalar boyunca aslında sadece ‘verdiğin’ bir ortamdasın. Dikkatinin yüzde yüzü öğrencide, ve aklında başka hiçbir şey yok. O yüzden bir değişiklik olarak tamamen ‘aldığın’ bir ortamda bulunmak, içimizde derinlerde bir şeyi dengeledi gibi hissettik Burcu’yla. Ve bizler gibi aslında bir hizmet veren kişiler için ara da bir de hizmet almak kadar doğal ve gerekli bir şey olmadığına şiddetle kanaat getirdik.

kap2
gerçeğinin görkemini tam olarak yansıtmasa da!

Yıkanıp paklandıktan sonra bizi peştemallara sardılar, ayaklarımızı kuruladılar, saçlarımızın nemini aldılar. Sonrasında da bizi ‘dinlenmek’ üzere ana salona, yani hamam yolculuğuna başladığımız ilk mekana tekrar aldılar. Orada o sedirlerin üzerinde sultanlar gibi kaykılmış bir şekilde yatarken kaç saat geçti bilmiyorum. Hamamdan çıktığımızda 3 saat 15 dakikadır içeride olduğumuzu fark ettik. Az bile geldi. Buraya insan kitabını filan alıp hamamına girdikten sonra akşama kadar neredeyse rahatsız edilmeden kalabilir. Cep telefonundan uzakta, huşu içinde, ana alandaki çeşmenin şırıltısı ve fondan gelen hafif müzikle beraber beyin dalgalarım yatıştı. Hamamdan bizi çıkaran şey aslında çılgınca acıkan karnımız oldu. Epey gönülsüz ayrıldım diyebilirim. Kapıdan dışarı adımımı attığım anda da hayatımda hiç hissetmediğim bir his bütün bedenimi kapladı: rüzgarın her hareketini tenimde hissedebiliyorum! Normalde uyuşuk ve hissiz olan yerler bile hayata açılmış, kollarımın, ayak bileklerimin, bacaklarımın üzerinde rüzgarın oynaştığı yerler apaçık beynime iletiliyor. Pamuk gibiyim. Yarı geçirgenim. Fazla uzağa gitmeden Fasuli’ye girip kendimize kuru fasülye, pilav ve cacık sefası çektik. Allahım ne gün! Bu paketi hayatımın sonuna kadar hiç değiştirmeden uygulayabilirim. Ben öyle sürekli farklı zevkler peşinde koşan biri değilim. Bir rutinin içinde serpiliyorum ve sevdiğim bir şey bulursam da pek başka bir şeyler aramadan sadakatle o sevdiğim şeyi defalarca tekrarlayabilirim. O yüzden ayda bir mi iki mi karar veremedik ama bütçemiz el verdiğince kendimize bu harika hediyeyi düzenli olarak vermeye söz verdik.

20. günün yogası dün derslerden sonra eve gelince ancak yapılabildi. 30 dakikalık jet bir pratikti, yine enerji patlamalı günlerden biri daha. Sonrasında bir takım işler. Uzun zamandır hayalini kurduğumuz Karadeniz kampını da nihayet dün gece duyurabildik! Heyecandan bir süre uyuyamadığımı itiraf ediyorum. Kampa dair başka bir yazı yazmak da planlarımın arasında. Şimdilik etkinlik linkini buraya bırakayım. (Sonradan ekleme: tüm yoga kampları artık bu sayfada!)

Önümüzdeki günler 28günyoga için belki de en sınayıcı günler olacak çünkü mekan değiştiriyorum. Perşembe gününe kadar Karadeniz’de olacağım ve yoganın her gün eksiksiz devam edebilmesi için bir takım ohal önlemleri gerekecek. Benim için en zor şey çünkü kendi rutinimden çıkıp farklı mekan ve ortamlarda da bunu devam ettirebilmek. Ama bu sefer olacak, çünkü yalnız değilim 🙂 #yogayadevam