İzafiyet

Takip ettiğim nostalji hesaplarından biri dün, Heath Ledger öleli 13 yıl oldu diye bir posta koymuştu, kısa video kliplerinden oluşan bir derlemeyle. Normalde zombi gibi kayarak gezindiğim ekranda zınk diye kalakaldım. Heath Ledger öleli tam 13 sene mi olmuş? Hâlâ inanamıyorum. Bu dünyadan pisi pisine gittiği trajik ölümüne değil, daha ziyade bu ölüm haberinin kulağıma geldiği an ile şu an arasında uzanan bu zaman diliminin 13 yıl etmesine inanamıyorum. Ne bileyim, beş, bilemedin yedi sene filan olmalıydı bu süre.

Neden bilmiyorum bu haber bütün gün zihnimde döndü durdu, günün rahiyasına sızdı. Kendimi sürekli, vay, 13 yıl ha? derken yakaladım. O zaman biz Brokeback Mountain’ı izleyeli ne, 15 sene mi olmuş? Yok artık, daha neler. Ama olmuş işte. İster istemez sene 2008’de ben ne yapıyordum diye düşündüm. ODTÜ’deyim, MBA yapıyordum. Yoga henüz hayatıma girmemişti, galiba o senenin sonuna doğru girecekti. İşletme Binası’nın giriş katında, koridorun en ucunda karşılıklı konumda her birini üçer araş.gör’ün paylaştığı iki oda vardı, ben birindeydim, o zamanki sevgilim bir diğerinde. ODTÜ’nün son seçilmiş rektörü Ahmet Acar’ın Yöneylem Araştırması dersinin asistanlığını yapıyordum. Şimdi bunu yazarken o ne yapıyor diye bir arattım ki ne göreyim. Yılbaşından birkaç gün önce o da vefat etmiş! Çok üzüldüm. Dağ gibi, kapı gibi kocaman, aşırı karizmatik bir adamdı. Kevin Costner’ı andırırdı. Teknik üniversitenin başına teknik olmayan bir bölümden rektör seçildi diye bölümü gururlandırmıştı. Toprağı bol olsun.

Zihnimde Heath Ledger’lı düşüncelerle, güneşi fırsat bilip kendimi dışarı çıkardım. Öyle öyle sahile vardım. Rüzgâr vardı, sahilde dalgalar patlıyordu. Demek ki yalnızca rüzgâr değil, lodos vardı (eyvah). Martılar bir kabarıp bir alçalan denizin üstünde, kümeler halinde yüzlerini lodosa dönmüş oturuyorlardı. Demek onlar da rüzgârın arkalarından esip tüylerini terse yatırmasından hoşlanmıyorlardı. Küçükken bir gün babam pencereden görünen vinçlere bakarak rüzgârın yönünü söylediğinde çok şaşırmıştım. O güne dek bu vinçlerin çalışmadıkları her vakit nasıl el birliğiyle aynı yöne doğru döndüklerini hep merak etmiştim ama rüzgâr hiç aklıma gelmemişti. Şimdi ister istemez uzaklarda bir vinç, yakınlarda bir bayrak görünce otomatikman nereden esiyor diye düşünüyorum. Bir de martıları.

Sahilde biraz bisiklete bindim. Bacaklarımda hiç derman yok gibiydi. Küçük bir tur oldu. Bir süre daha denizi seyrettim, mekanik bir martıya binip eve geldim. Zaten olmasa şaşardım, bir baş ağrısı peydahlandı, akşam yatana kadar da geçmedi. Komşumdan gelen müzik sesinden bıkkınlık geldiği için kulağıma kulaklık takarak Unorthodox’un son bölümünü seyrettim. Kızın şarkı söylediği sahnede tüylerim diken diken oldu. Çok sert bir dizi. İyi ki yalnızca dört bölümü var. Keşke hiç bitmese diye diye izlediğim Shtisel’in aksine, bir an önce bitse diye izlediğim bir dizi oldu. Kötü olduğundan değil, aksine çok iyi olduğundan. Siz Shtisel’i izlediniz mi? İzlediyseniz neler düşündünüz? Haydi paylaşın sevgili okurlar, benden bu günlük bu kadar.

Kurtuluş Sondurak, 2019

GüncelleME!

İçinde bulunduğumuz dünya koşullarında, tüm teknoloji şirketlerinin, özellikle de yazılım ve app geliştirenlerin insanlığa karşı dev bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Klavyeme iki tane yeni emoji eklenecek diye yaptığım son iPhone güncellemesinden sonra, fıstık gibi çalışan telefonun pili anında yarıya indi, mesaj yazarken kafası bir karış geriden geliyor, olmadık yerlerde kendini kapatıyor. Al bir de bununla uğraş. Güzelim Sleep fonksiyonunun da içine etmişler, kapatmak istersin kapanmaz, bir tane güzel uyandırma müziği vardı, ondan da vazgeçmek zorunda kaldım. Neymiş güncelleme gelmiş. Hafta başında İnstagram’a girdim. Aaa, bir baktım story çekemiyorum. Ona da bir güncelleme. Sonra ne göreyim, ne yorumları takip edebiliyorum, ne laykları doğru dürüst, her şey karman çorman olmuş, asla kullanmayacağım bir alışveriş torbası butonu da cabası. Alın başınıza çalın lanet olasıca app’inizi. Sonra aldı da bir whatsapp furyası. Allaaah. Privacy de privacy. Zaten sürmenaj olmuştuk whatsapp’tan, şimdi başımıza bir de ötekiler çıktı. Hepsi ayrı ayrı ötüyor. Hangi birini takip edeceğimi şaşırdım, en sonunda hepsini sessize aldım. Delirtecekler bizi böyle böyle. Alıştığım şeyler değişmesin istiyorum bir süre. Sesleniyorum eyy app developerlar, gözünüzü seveyim dokunmayın artık. Ne güzel, yapmışsınız çalışıyor. Her sabah yeni bir özelliğe uyanmaktan, yeni bir kullanıcı arayüzüne adapte olmaya çalışmaktan gına geldi. Öte yandan, düşündüm de, kaç senedir iPhone kullanıyorum telefonun çalma sesleri hep aynı. Arkadaş en önemli şey bence bu ya. 15 sene oldu bir yeni ringtone, bir şöyle yumuşak mesaj tonu ekleyemiyor musun? Eklendi de ben mi göremiyorum ey ahali? Uyandırın beni bu kabustan.

Dün en eski arkadaşlarımdan Pınar’la telefonda konuşuyorduk. Ben Türklerin bir anda coşan mahremiyet hassasiyetini gülünç bulduğumdan bahsediyordum. Sanki dünyada bir tek bizim burada olay oldu gibi bir izlenimim var. O da, Avrupa’nın veri mahremiyeti açısından Amerika’ya oranla çok daha ileride olduğunu, hatta veri mahremiyetini geçtim veri sahipliği konusunda pek çok çalışma olduğunu, insanların verisini hangi ölçüde ve hangi şirketlerle paylaşacağının kararının kendisinde olması gerektiğine ve isterse bunu satıp para kazanabileceğine dair uygulamaların bazı yerlerde hayata geçirilmek üzere olduğundan (Hollanda spesifiğinde konuşuyoruz) bahsetti. Vay canına dedim. Verini satarak kiranı ödeyebileceksin örneğin. Bunları konuşalım mesela. Ama cayır cayır iPhone’du, feysbuktu, instagramdı kullanırken whatsapp’tan çıkışı ben beyhude bir direniş olarak görüyorum. Ha artık baymışsındır, bana da bazen geliyor, SMS çağına geri dönüş yapmak istiyorum, olmadı MMS. Birini sileceksem tamamını silmeliyim, eğer tamamını silmeyeceksem de hayatım gereksiz yere komplikeleşmesin istiyorum.

Son günlerde düşündüğüm bir başka olay da, Amerikan senatosunun geldiği hâl. Şaka şaka. Şaşkınlıkla izliyorum o ayrı, ama artık diğer dünya liderleri de bizimkinin mertebesine erişti diye içten içe seviniyorum. Sanki dünyanın en baskıcı, en kötü yönetilen ülkelerinden birinin ezik bir vatandaşı değilmişim de, herkesle eşit rezillikte bir dünya vatandaşıymışım gibi hissediyorum. Gerçi, geçmişten ve vatandaşı olduğun ülkenin bir extreme spormuşçasına yönetilen diplomatik ilişkilerinin yarattığı hasardan ne yapsan kaçamıyorsun. Tıpkı, Roei’nin belgeleri teslim etmeye gittiği gün bizim cânım kâtibin tek kaşını kaldırıp, “hmm, Turkia… Mavi Marmara?…” demesi gibi. Evet canım, Mavi Marmara. Her neyse, senato diyordum. Boynuzlu eleman ve etrafında gelişen olaylardan sonra en çok dikkatimi çeken haber Twitter’ın Trump’ın hesabını süresiz askıya almasıydı. Ne onca insanın zayıf bir polis barikatını aşarak senatoyu basmasını, ne kabine mensuplarının laptoplarını filan kurcalamasını, ne de oralarda selfi çekinmesini garipsedim. Bence en garip şey buydu. Herhangi bir sosyal medya şirketinin, bir ülkenin mevcuttaki liderinin hesabını elinden almasını, afedersiniz aynı bokun laciverti olarak tanımlıyorum. Neymiş, tehlikeye sevk edebilirmiş, tahrik edebilirmiş. Yahu, adam attığı binlerce twitle ne siyahını bıraktı, ne Meksikalısını, ülkeyi takır takır böldü, polarize etti. O zaman neredeydi bu hassasiyet? Sevilir sevilmez, neticede ülkenin büyük bir bölümü de bu adama tekrar seçilsin diye oy vermiş. Gidip adamın hesabını askıya almak da aynı derecede militanca bir yaklaşım diye düşünüyorum. Kuzey Koresk bir tutum. Çok istiyorsan adamı yargıla, suçlu bul, ondan sonra yap ne yapacaksan. Bu tarz ani ve uç davranışlar daima zıttını yaratacağı için, türlü türlü hangi kanallar üreyecek şimdi çok meraktayım. Görüldüğü üzere de sağa sola yargı dağıttığım bir gündeyim!

O zaman konuyu dağıtayım. İyi edebiyat yazmak için iyi edebiyat okunması gerektiğini, Defne Suman’ın önderliğinde yaptığımız kurmaca günlerinde öğrenmiştik. Çok doğru. İyisini ve edebiyatını geçtim, doğru dürüst yazabilmem için bile bir yandan iyi bir şeyler okumak zorunda hissediyorum ben. Aksi takdirde dilim çözülmüyor. Epey süre önce alıp tam da böyle zamanlar için rafta beklettiğim Ayfer Tunç’un Osman’ı, buna çok bariz bir örnek. Bu kadın bunu nasıl başarıyor bilmiyorum. Başka yazarları okuduğumda bu kadar güçlü hissetmiyorum. Bu kadar net bağlanmıyorum kaynağa. Onu okuduğum zamanlarda düşünce bulutlarım bile kendiliğinden bir hizaya giriyor, diyaloglar tasvirler kafamda cirit atıyor. Gerçekten de böyle günler için saklamıştım Osman’ı. Baş ağrısına Parol neyse, yazma ağrısına da bu kadın o.

Bugünlük bu kadar sevgili okur. Buraya kadar geldiysen, çok teşekkür ederim.

Güneşli bir Londra sabahı, Kingston upon Thames, 2015

Bekleme Yapmayınız

Memleketin bir yerlerine kar yağıyor, buraya bir türlü yağmıyor diye içim gidiyor. Gerçi yağmura bile razıyız İstanbul’da. Oldum olası karı çok severim. Ankaralı olduğumdan mı, küçükken Uludağ’a çok giderdik ondan mı bilmiyorum. İstanbul’a geldiğim ilk yıllarda bir kış aylarca rüyalarımda kar görmüştüm, öyle bir özlemi var içimde. Şimdi görüyorum instagram’da, Maçahel’e, Bolu’ya bir yerlere filan kar yağmış. Kalkıp gitmek istiyorum. Botların altında gıcırdasın, dilimin üstüne yağsın, kirpiklerimde biriksin. Kar yağarken insanın sanki bütün duyuları bir anda kulak kesiliyor. Sadece kulağımla değil, tüm varlığımla dinliyormuşum gibi bir his.

Bugün sabah hissedilen sıcaklık 1 dereceydi. Güzel, keskin bir soğuk. Düne göre bir saat geç gittim parka ama yine de gittim. Güzel bir park bu Özgürlük Parkı gerçekten. Her seferinde gafil avlanıyorum, yağmuru yiyince bildiğin marijuana gibi kokan bir bitki dikmişler girişe. Gülüp devam ediyorum. Birisi keşke gün orta bizle gerçekten dalga geçmiş olsa ve parkın en görünür yerine bir dal dikmiş olsa şundan. Birileri kesin görüp avlardı onu gerçi. Oysa coğrafya derslerimizin baş figürlerinden değil miydi bir zamanlar, ‘keten kenevir en çok hangi bölgemizde yetişir?’.

Dünkü yazıdan sonra tanıdığım tanımadığım bir sürü insandan yanıt geldi. Beni taa Cihangir Yoga’da ilk ders verdiğim zamanlardan tanıyıp bana tekrar uzanan öğrencilerim oldu. İnstagram’a çok bir şey koymuyorum diye sanal yok oluş yaşamışımdır sanıyordum, yanılmışım. Sanganın bilge kadını Çağlayan beni arayıp ‘ben şu hayatta bugüne kadar ne beklediysem beklemediğim zamanda oldu! En beklemediğin zamanda olacak’ dedi. Roei ne yazıyorsun anlamıyorum, İngilizce yazsana dedi. İsrailli tayfa haydi bekliyoruz, her şey güzel olacak dedi. Neticede, yalnız olmadığımı, sarıp sarmalandığımı hissettim. Hatırladım daha doğrusu. Yalnızlık bir illüzyondu, insanın kafasının içinde yuvarlandıkça büyüyen bir yumak gibi, bir çığ gibi, kendinden beslenip genişliyordu. Sana doğru uzanan birkaç tane sıcak el koca çığı eritmeye yetiyordu.

Ekrandan başımı kaldırdım bir de ne göreyim! Kar yağıyor! Kar değilse bile sulusepken. Bu sözcük de harika bir sözcük, kim icat etmiş acaba? Sulusepken. Zaten cümleyi bitiresiye durdu kar dediğim şey. Yine de heyecanlanıyor insan. Ankara’da çocukluğumun büyük kısmının geçtiği, hemen sokak kapısının karşısına denk gelen muhafız alayı kulübesinde nöbet tutan askeri komiklikler yaparak güldürmeye çalıştığım Ahmet İhsan Sokak’taki evden sonra, genellikle kentsel dönüşüme uğrayan ve gecekonduların yıkılıp yerine dört beş katlı apartmanlar, sonrasında da uzun apartmanlı sitelerin inşa edildiği yerlerde yaşadık. Buralar şehir merkezine göre daha yüksekte olan, dolayısıyla kışları daha çetin şartlara maruz kalan yerlerdi. Çılgın bir kıta sahanlığına sahip olan Zirvekent’teki evin vistası, karlı Elmadağ’ı bile görecek kadar genişti. Şehrin bittiği yerdi diyebilirim. Trafiksiz sokaklarında gamsızca bisiklete bindiğim, büyüyünce de direksiyon idmanı yaptığım yerler. Nereden çıktı şimdi bu nostalji? Kar yüzünden. Yatmadan camı açıp havayı kokladığımız, gökyüzünün pembesinden yarın kaç santim yağar, tutar mı tutmaz mı diye kestirmeye çalıştığımız, lütfen yarın tatil olsun diye dua ederek yattığımız geceleri getiriyor aklıma.  

Bugünlük bu kadar olsun. Belki her gün yazarsam, neyi beklediğimi unutur, bekleyişim de bu unutuşumun farkına varırsa, belki beklediğim şeyi kendiliğinden bana getirir. (Unutamadı).

Geçip Giden Zaman Değil, Ömürdür

Beyin sisi. Zihnin içinde gezinen düşünceler arasındaki görüş mesafesinin azalması. Böyle bir kafa hâli içindeyim. Bazen içimden yazmak geliyor, oturuyorum başına, sonra kelimeler bir bir kayıp gidiyor parmaklarımdan, zihnimin içinde bir araya zar zor gelen sözcükler, içimdeki hislere bir türlü tercüman olmuyor. Adamakıllı bir cümle yazmak dakikalar alıyor. Sanki aklımdan dört basamaklı iki sayıyı çarpmaya çalışıyorum, kafamın içindeki sis bulutunda sözcükler bir araya gelemeden yok olup gidiyorlar. Zaten aman diyorum yazacaksın da ne olacak.

Hayatımın boşa harcandığı gerçeği son birkaç aydır iyice yakamda. Bu ne bir varsayım, ne bir hüsnü kuruntu. Düpedüz gerçek. Zihnimde her gün London Grammar’dan ‘Wasting My Young Years’ şarkısı.. Harcanıp gidiyor günlerim instagramda, haber sitelerinde, akıllı telefonumun dehlizlerinde. Bense bu zaman bolluğu içinde hayatımla elle tutulur hiçbir şey yapamıyor olmanın, sevdiğim insanın yaşadığı ve hayatlarımızı birleştirelim diye taşınmaya karar verdiğim ülkeye bir türlü giremiyor olmanın üzüntüsü ve öfkesiyle, her saniye, her dakika, her gün daha da yaşlandığımı hissediyorum. Kemiklerimden, cildimden, eklemlerimden ve zihnimin her köşesinden fışkırıyor bu gerçek.   

Hayatım Salı, Cumartesi ve Pazar ekseninde, emektar sınıflarımın online ders programları etrafında şekilleniyor. O anlarda hayatımın hâlâ bir amacı var evet. İş gibi gelmeyen bir iş. Başka birilerinin hayatlarında belirli bir yer kaplıyor olma duygusu. Yoganın sanal aleme bile nüfuz edebilen gücü. Derslere ara verdiğim haftalar durum daha da mühim. Günlerden Perşembe mi, Pazar mı? Ne fark eder. Her günüm neredeyse bir diğerinin aynısı. Pazar günü İsrail’de yeni haftanın ilk günü. Heyecanla yeni bir haber çıkar mı diye bekleyişe başladığım ilk gün. İki dersim oluyor Pazarları genellikle, ne mutlu bana, hemen geçti gün. Sonra? Sonra, Perşembe’ye kadar sünüyor hafta bir sakız gibi. O haber gelmiyor, gelmiyor.. Perşembe günü İsrail’de hafta bitiyor. Cuma da yarım gün çalışıyorlar galiba ama bizi ilgilendiren göçmenlik bürosu çalışmıyor. Çalışsa da bize karşı çalışıyorlar sanki.

Bu yaşıma dek bir avukatın profesyonel hizmetlerine ihtiyaç duyduğum ilk seferin, romantik ilişkimin gerçekliğini devlet nezdinde kanıtlama ihtiyacından doğmuş olmasını çok komik buluyorum. Benim bir kaçakçı, sahtekâr veya terörist olmadığımı, ilişkimin fiktif bir ilişki olmadığını, sadece ve sadece o ülkede yaşamaya ölüp bittiğim için kendime oralı bir manita yapmadığımı, bir ajan olmadığımı, birlikte dosyalarca resmî belge verdiğimiz bu adamla birbirimizi gerçekten sevdiğimizi kanıtlamak için bir avukat tuttuk. Normalde aksi kanıtlanana kadar masumuzdur ama, bizim durumumuzda işler tam tersi ilerledi. Belgeleri teslim edeceği gün Roei’nin şans eseri denk geldiği, lakin sonradan bu tarz dosyaları zorlaştırmasıyla nam salmış olduğunu öğrendiğimiz memurun bize TAKMASI sonucunda ülkeye girebilmem için ödenmiş kefalete rağmen (çünkü ilişkimizin gerçekliği şüpheliymiş!), giriş iznini alamıyoruz.

İşte bu bir durup bir ilerleyen, çözülüyormuş gibi görünüp sonra insanı tamamen umutsuzluğa sürükleyen süreçte, evi mi kapatıyorum, taşınıyor muyum, eşyaları elden çıkarıyor muyum, çıkarmıyor muyum derken, düpedüz delirmenin eşiğine geldim.

İnsanın kendine iyi geleceğini bildiği halde o şeyleri yapmaması, yapamayışı, inadına yapmayışı çok kederli bir durum. Her şeye rağmen burada hayatın devam ettiğini bilsem de, bir köşe kapmaca oyununda kıçımla iki ayrı sandalyeye birden oturmuşum hissini, bir uzay boşluğunda, bir arafta kalmışım hissini ve bu hislerin getirdiği uyuşmuşluğu üzerimden silkip atamıyorum. İstanbul’un çok sevdiğim bir yerinde yaşamama, etrafımda parklar bahçeler ve kilometrelerce uzanan bir sahil yolu olmasına rağmen kendi elimden tutup da hadi biraz hava alalım demeyişime, diyemeyişime, akıl sır erdiremiyorum. Yine de içimde pes etmeyen küçücük bir ses hâlâ var, ona tutunuyorum. Bu sabah yeni ay tamamında olduğu için yoga yapmayacaktım. Ne olduğunu anlamadan kendimi üzerime yağmurluğu geçirmiş, dışarı çıkmış halde buldum. O küçük ses nihayet komutayı eline aldı, beni parkta yürüyüşe çıkardı.

İşte böyle sevgili okur. Hayret, ilk defa başı sonu belli bir sayfa yazı çıkmış elimden. Pandeminin başından bu yana ilk defa. Belki yürüyüş sonrası damarlarımda daha iyi deveran eden kanın zihnimdeki o yapışkan dumanı aralamasıyla mümkün olmuştur bu. Vakit kaybetmeden postalıyorum.

10 Şubat 2020, Arava Çölü