Zoraki Zorba: Süper-ego

Geçen yazıyı yazdıktan sonra tangocu arkadaşlarımdan tut koçluk veren yakınlarıma kadar farklı uğraşlar içinde olan o kadar çok kişiden benzer yorumlar geldi ki, insanın kurduğu tüm ilişkilerin kendisiyle olan ilişkisinden şekillendiği gerçeği biraz daha içime sinerek derinlere yerleşmeye başladı.

Ben insanın kendisiyle bir ilişki içerisinde olduğunu, nispeten içe dönük bir karakter olmama rağmen, ne yalan söyleyeyim, bu yaşıma kadar fark etmemiştim. Yeni aydım bu gerçeğe. Öyle yaşayıp gitmişim onca sene, içimdeki ben de sessiz sakin sabırlı, fark edilmek için neredeyse otuz sene beklemiş. Uslu çocuk.

Sürekli dışa dönük yaşamaya mecbur bırakıldığımızdan mıdır; takdiri, onayı, sevgiyi, doyumu dışarılardan bir yerlerden bulmaya çalıştığımız ve belki de ilişki denilen şeyi sadece ikinci veya üçüncü kişilerle kurulabilecek bir şey olduğunu zannettiğimizden midir nedir, içimizde daha derinlerde yatan, daha özde olan bir benliğimizle bir etkileşim, bir ilişki, bir diyalog halinde olabileceğimiz aklımıza bile gelmez çoğu zaman. En azından benim gelmezdi.

İnsanın kendisiyle kurduğu ilişkiyi tanımak yolunda mercek altına alınabilecek en güzel ipucunu bize kendimizle konuşma şeklimiz, kendimize neler söylediğimiz, ve bunları hangi tonda söylediğimiz geliyor bana göre. Yani kafamızın içinde o susmak bilmeyen iç diyaloglar. Bu iç diyalog meselesine daha önce de kafa patlatmış olsam da, o zamanlar bile bunu yine tek yönlü bir bağıntı olarak almışım, yeni yeni fark ediyorum. Yani sanki ben dediğim şeyle bu iç sesim tamamen birbirinden kopuk, izole hayatlar sürüyormuş gibi. Biri kendi hayatını yaşamaya çalışırken öbürü de bir yerlerde oturmuş, neyin nasıl olması gerektiğini ondan iyi bilen olamazmış gibi mütemadiyen beni sınayıp ona geri bildirim veriyor, ben de uzun zamandır görmediği ama tekrar konuşmaya halinin olmadığı bir tanıdıkmış gibi gözlerini kaçırarak yanından yürüyüp geçiyor bu sesin çoğu zaman. Ben kendi standartlarını karşılayamadığı zaman onu azarlayan, iyi günündeyse ara sıra yüreklendiren, belki gaz veren, kriz anlarında sakin ve serinkanlı kalmayı becerip, “dur bakalım sırayla hallederiz” diyebilen, ara sıra da kendi kendisiyle dalga geçen bir ses mesela benimki. Epey de renkli bir kişilikmiş bu iç ses, bak şimdi yazınca fark ettim. Kötü niyetli biri de değil, hiç değil. O benim aile sistemimden, tecrübelerimden, kültürün koşullandırmalarından beslenmiş, mevcut toplum sistemi içinde ben yaşamımı sürdürmeye devam edebileyim, içine büyüdüğüm ahlaki ve sosyal normlara göre en zararsız, en güvenli, en risksiz, en ‘normal’ hayatı yaşayayım diye gece gündüz çabalıyor, yılmadan bana durum raporu veriyor. “Bugün iyi iş çıkarttın kızım”, “Bugün felakettin – böyle gidersen sefil ve çulsuz biri olarak öleceksin”. İyi günündeyse “Amaan, sen de insansın be ya! Rahatla biraz!” diyor. En çok onu böyleyken seviyorum. 🙂

Üzerine vazife olmayan işleri vazife edinen bu iç sese psikolojide süper-ego deniyor. İsim babası meşhur Sigmund Freud, orjinali über-ich. Süper-ego, basit bir deyişle, kozmosun kişiye göre içselleştirilmiş hali. Çocukken evrenin işleyişi bize nasıl öğretildiyse, o görünen manzara süper-ego tarafından minyatür bir kar küresi haline getirilip benliğin soğuk ve kurak köşelerinde ne pahasına olursa olsun muhafaza edilmek üzere güzel bir sırça fanus içinde rafa kalkıyor. Bir şeyi iyi yapıp yapmadığımızı, veya bir şeyi yaparak iyi çocuk olup olmadığımızı anlamak için anne babamızın gözünden geri bildirim almamız gerekmiyor artık: onun yerine süper-ego var. Hazır ve nazır, her an tavsiyeye, müdahaleye hevesli. Pelerinli ego. Sen de kahraman olasın diye çalışıyor. Pulitzer ödüllü antropolog Ernst Becker, 1973 yılında yazdığı The Denial of Death kitabında toplumu şöyle tanımlamıştı: “Society is a codified hero system”. Yani toplum, kodlanmış bir kahramanlık sistemidir. İşte süper-ego tam da bu kodlanmış toplum içinde biz de kahramanlar arasında yerimizi alalım diye çırpınıyor. Tek yaptığı bu yavrucağın.

Öte yandan, belki kendiliğinden, belki de bir önceki yazıda bahsettiğim gibi öz ile çalışan başka herhangi bir disiplin içerisinde yol kat ettikten sonra, gün gelip de bir iç sesinin olduğunun ve insanlarla olan ilişkilerinde verdiğin tepkilerin bu iç sesin senin içinde neyi nasıl konuştuğuna ne kadar benzediğinin farkına vardığın zaman meydana gelen kabuk çatırdaması sırasında yapılabilecek en kötü şey belki de, “Aman Allahım ne kadar zorba bir iç sesim varmış!” deyip tekrar kırbacı yüklenmek. Sakin ol şampiyon. O kendi kendine o hale gelmedi. Onu da suçlama. O senin için en iyisini yapmaya çalışıyordu sadece. Sen izin verip evreni algılayış şekline versiyon atlattığın zaman, o da kendini güncelleyip ona göre davranacak. Tek istediği bağrına basılmak aslında. Kolay mı sanıyorsun toplumun dünyanın tüm zalimliğini üstüne alsın? Sen daha çok onay al, daha çok takdir gör, daha çok benliğinin boşluklarını kapatasın diye o hep kötü polis olmak zorunda kaldı. Sonunda o da yorgun düştü. İyisi mi el ele tutuşup bir tatile çıkın siz.

 

 

 

 

f(x)

Bir şehirdeki insanların mutluluk oranını ölçecek bir model geliştirseydik hangi parametreleri kullanırdık? Kişi başı gelir? Sosyal devlet imkanları? Eğitim düzeyi? Alkol ve sekse kolay erişim? Bunların hiçbirisi tek başına insanların mutlu olması için yeterli gibi gelmiyor. Örneğin en çok intiharın gayri safi milli hasılası en yüksek olan İskandinav ülkelerinde gerçekleşmesi gibi. Eğer intihar etmeyi bir mutsuzluk manifestosu olarak varsayarsak, bu durumda, hayatları dünyadaki pek çok insana kıyasla daha rahat gecen bu adamlar görünüşe göre yine de mutlu değil. Belki de amaçsızlık ve hayatta ne yapacağını bilememek de bu insanların mutsuzluk sebebi. Veya toplumun onlardan hiçbir şey beklememesi. Bilmiyorum belki de yeterince güneş almıyorlar.

Peki, bizim belirlediğimiz terim ve ekonomik ölçütlere göre yoksul olan bir Afrika kabilesinin senden benden daha mutlu olmadığının ne garantisi var? Mutluluk belki de yüzmek, şarki söylemek gibi bir beceri. Çünkü gerçekten pek çok şeye sahip olup da hastalık derecesinde mutsuzluk içinde yasayan insanlar var. Tamamen kendi kendine yaratılan, sahip olunan ekonomik ve sosyal erişimlerden bağımsız, kendi kendine besleyip yeşertilen ve yine ondan beslenilen bir mutsuzluk. Bakıp da görebilmek gibi, yaşayıp da mutlu olabilmek de bir marifet gerektiriyor şüphesiz.

Peki bu beceriden bağımsız başka neler olabilir bir insanı, bir toplumu ortalamada mutlu eden? Çok genel de olsa belirleyebileceğimiz şeyler olmalı. Let n be the average # of smiling faces. Burada insanların yüzü kendiliğinden gülüyor gibi. Bisikletin üstünde giderken, sandviçini yerken, çöpünü ıskalarken, yolda köpeğini yürütürken. Seni görüp kibarlığından gülümsüyor da değil. O zaten gülümsüyor, sen de bir şekilde ona denk geliyorsun. Dün bisiklet üstünde Leiden etrafındaki lale tarlalarının yanından geçerken kendimi aptal gibi sırıtırken yakaladım bir ara. Bunca güzellik arasında nasıl gülmeyeyim? Kahkaha bile atarım! Oysa ne çok mutsuz insan vardır İstanbul’da. Karşıdan karşıya geçerken çarpışırsın mutsuzdur, dolmuşta yanına oturursun mutsuzdur, sevgilisi olursun mutsuzdur. Ama o ne yapsın, bin türlü derdi var. Elin İskandinavyalısı gibi üniversiteyi bitirince ‘kendimi bulmam lazım’ diye dünya etrafında devri alem yapacak hali yok. Kim bilir, belki ben bile mutsuzumdur İstanbul’da.

Tam da ihtiyacım olduğu bir zamanda karsıma çıkan ve bir aralar inanılmaz popülerleştiği için epey bir süre burun kıvırdığım “Eat, Pray, Love” isimli muhteşem kitapta, bir muhabbet sırasında her şehrin kendine ait bir sözcüğü olduğundan bahsediliyordu. O şehrin caddelerindeki ruhu en iyi yansıtan, insanların düşüncelerinin en çok üzerinde dolaştığı tek bir sözcük. New York’lu olan kendi şehri için ‘achieve’ sözcüğünü kullanıyor uzun bir sure düşündükten sonra. Elde etmek. Stockholm’lu olan ‘conform’u seçiyor. Uymak. Roma’lı için kendi şehrinin sözcüğünü bulmak çok kolay: Seks! İstanbul için ne derdik bilmiyorum. Belki “karmaşa”. Gerçi 15 milyon insanın ruh halini tek bir sözcükte nasıl birleştireceksin? Yine de “tutku”, “sakinlik” veya “huzur” diyemeyeceğin kesin!

Kulağımdaki şarkı ben İstanbul’a doğru uçmaya hazırlanırken kapanışa eşlik etsin: C’eri tu serenità, ora chissà in che cielo sarai. Dove vai serenità? Fermati qua, non andartene dai.

Schiphol

Perdeli Ayak/Perdesiz Ev

Şişenin üzerindeki etikete göre 4 elma, 50 çilek ve 1 adet muzdan oluşan albert heijn smoothiemi öğle yemeği niyetine afiyetle götürdükten sonra bu şehirdeki onlarca kanalın birinin yanında bulunan banklardan birine iliştim. Suyun üzerinde nilüferler, parlak mor, yeşil, mavi kafalarıyla birbirlerine kur yapıp oynaşan, kimi zaman da hiddetle gagalarını birbirine çarpıştırıp suyun icinde patinaj çeken ördekler.  Benden ekmek çıkar mı diye birkaç tanesi yanıma doğru yüzüyor, ama elbette ki aardbei-banana smoothiemden onlara verecek değilim.

Buradaki mimari yapı ve kentin dizilimi, toplum hakkında gerçekten çok ipucu veriyor. Elbette ki her yerde öyledir. Ama burada, yolun hemen kenarından başlayan evler, ve özellikle de çoğunda herhangi bir perde vs. bulunmayan salon pencerelerinden neredeyse evin tamamına hakim olmak mümkün. İnsanlar evlerini meraklı gözlerden gizlemek bir yana, neredeyse daha da fazla ilgi çekmek için pencere önlerini adeta bir mağaza vitrini gibi dekore ediyor. Tabii, meraklı göz dediysem kendi gözlerimden bahsediyorum, yoksa elbette burada kimse kimsenin umurunda değil.

Bu noktada, acaba hangisi diğerinin bir sonucu diye düşündüm. Bizde mesela, gündüz çoğunlukla perdeler açık dursa da akşama doğru tüller çekilir, hele hele artık içeride ışıklar da yanmaya başladıysa kalın perdeler de hemen akabinden. “Aman kızım” derdi rahmetli babannem Şişi, “evin içi görünüyor”. Peki, evin içerisinin görünmesi gerçekte ne demekti? Neticede herkesin evinde bir şeyler oluyor. Türk insani meraklı ve dedikoducu olduğundan, herhalde evin içini görüp arkamızdan mı konuşacaktı, napacaktı? Belki de aslında görgüsüzlüktü perdeler açık oturmak, sahip olunan tüm eşyalar insanların gözüne sokulduğu için. Ya da kem göz mu nazar mı artık bilmiyorum, subliminal bir tarihsel sebebi mutlaka olmalı. Evrensel bir davranış değil çünkü. Üstelik bizim evlerimiz böyle hemen yolun kenarından da başlamaz. Burada insanlar umursamaz ve tamamen yargısız olduğu için mi herkes rahatlıkla her şeyi olduğu gibi insanların gözü önüne serebiliyor, yoksa zaman içerisinde bir şekilde bu insanlar da merak etme ve yargılama içgüdülerini bastıracak şekilde yavaş yavaş kollektif bir biçimde eğitildiler mi? Bugünün sorusu da bu oldu.

Öldürsen 4 elma 50 çilek ve 1 koca muzu beraber ya da üstüste yiyemezsin ama bu meret yedirtiyor işte. Allahtan İstanbul’da bu kadar rahatlıkla edinebildiğim bir şey değil, yoksa sıkıntım büyük olurdu. Karşımda havadan süzülerek suyun üzerine plonjon yapan iki adet ördek üşüdüğüm için banktan kalkınmaya hazırlandığım şu saniye içimi ısıttı. Parlak turuncu perdeli ayaklarıyla bu hayvanlar bu ülkenin milli canlısı gerçekten.

p1p1

Delft