Yogadan Ötürü Acı Çekmek

Geçen ders sınıfa yogaya başladıktan sonra hayatı –bir süreliğine de olsa- daha kötüye giden oldu mu diye sordum. Kimseden ses çıkmadı. Neyi kastettiğimi anlamaları için biraz daha detaya girdim. Yogaya başladıktan sonra, sırf artık biz de yoga yapıyoruz diye, kendimize koyduğumuz kısıtlar, kurallar, etrafa yapıştırdığımız etiketler, toplumu algılayış biçimimiz, biraz daha katı, dar ve anlayışsız hale gelmiş olabilir mi? Üstelik de biz bizi sınırlayan kalıplarımızdan özgürleştiğimizi düşünürken. Gün be gün tekrar tekrar yaptığımız hareketlerin içerisinde, zihnimiz kendi konfor alanını yaratıp tekrar bildiğini okumaya başlamış olabilir mi sinsi sinsi?

Samimiyetle kendi soruma evet diye cevap verdim, kocaman bir evet. Hayatıma yoga girdiğinden beri içine düştüğüm ızdırabın haddi hesabı yok neredeyse. Komik değil mi? Günümüzde yoganın mutlu olmak için yapılan bir aktivite olduğunu sanan, veya buna inandırılan insanların nezdinde, şok edici hatta. Yoganın bana pek tarifi mümkün olmayan bir tatmin ve doluluk hissi verdiği bir gerçek. Güzel geçen bir yoga çalışması sonrasında – ki bir yoga çalışmasını güzel yapan şey nedir onu da ayrıca sorgulayabiliriz – her şeyin yerli yerine oturduğunu, içimde ben daha ne olduğunu anlayamazken sanki evrendeki yerini çoktan keşfetmiş de onun içinde kendini akışa bırakmış parçalarımın huzurla titreştiğini hissettiğim çok an oluyor. Bu anları belki bir lokmacık bile tadabilmek için yoga yapmaya değer. Veya öz ile çalışan başka herhangi bir disiplin. Ama bu anların dışında kalan zamanlarda, dolaylı olarak yogadan ve onun hayatıma getirdiklerinden ötürü acı çektiğim çok oluyor. Yoga yapamadığım günler için kendimi suçlamalarım, belirli şartlar yerine gelmediği müddetçe yoga yapamayacağına inanmış olan zihnim, çalışmayı aksattığı zaman olayı daha da ileri götürüp “sen nasıl bir yoga hocasısın!” diye vahşice kendi kendine parmak sallayan super-egom. Zihnimin yoga vasıtasıyla kendine dayattığı zorbalıkların daha karanlık bir çetelesini başka bir yazıya bırakayım.

Peki ama neden? Çünkü zihin dünyadaki başka her şeye yaklaştığı gibi yogaya yaklaştığında, onun yıllardır tekrar ede ede güçlenmiş kalıplarını bu alana da taşıyoruz. Üstelik de, tam olarak özgürleştiğimizi sandığımız koşullanmışlıkların tuzağına düşüyoruz hiç farkına varmadan (bkz. samskara). Buna yoganın insanı katman katman soyup gölgelerini birer birer ipe seren gücünü de katarsak, acı çekmekle beslenen ve neredeyse bununla var olan bir zihin için yoga da bir diğer ızdırap aracı olarak yerini baş köşede alıyor. Bunu fark ettiysek vur üstüne bir de “eyvah yogam işe yaramıyor!” kırbacını. Böyle böyle yuvarlanıyoruz bataklığın içine.

Yoga derslerinde sık sık tekrar edilen bir cümle var. Matın üzerinde neysen dışarıdaki hayatında da osun.. Veya yoga çalışmasının asıl amacı bu çalışmayı matın ötesine, günlük hayata taşımak diye. Yogaya ilk başladığım yıllarda yoga matı üstünde yaptığım şey her neydiyse onu günlük hayatıma taşımak nedir, neyi içerir, buna dair en ufak bir mefhum yoktu zihnimde. Çok beylik bir laf gibi gelirdi üstelik. Bu cümleyi çok uzun zaman anlamadım (bir de “omuzları kulaklardan uzaklaştır” talimatını). Şimdiyse verdiğim dersleri başka herhangi bir kavram üzerine temellendirmeyi düşünemiyorum bile. Gerçekten de eğer yoga dışındaki yaşantıma bir yerinden değmeyeceksem bu çalışmayla, yogaya olan yaklaşımımdan, bir pozun içerisinde kendimle yaptığım muhabbetten hayatımın geri kalanına dair bir şeyler keşfetmeyeceksem, bacağımı kafamın arkasına da atsam, ellerimin üzerinde amuda da kalksam, yaptığım yoga kültür fizik hareketinden öteye geçmeyecek. Üstelik bir de sakatlanacağım. Uzun lafın kısası; özüm değişip çatırdamadan yogam yoga olmayacak.

Ama bu yol uzun, dikenli, çetrefilli, ve karanlık bir yol. Belki de tam da bu yüzden yoganın bir guru rehberliğinde yapılması gerektiğinin altını çiziyor eski metinler. İngilizceye tercümesiyle gu-ru, tam olarak “dispeller of darkness” diye çevirebileceğimiz bir sözcük. Karanlıkların def edicisi. Bizim yolumuzu aydınlatacak, yolumuzdaki engelleri ortadan kaldıracak olan kişi anlamında değil. Aksine, kendi ışığımızı bulmamız için bizi yüreklendirecek, kendisi de bir bir onlardan geçtiği için tuzaklara düştüğümüzde bunu tüm netliğiyle fark edip bize gösterecek olan kişi. Yogadan önce savaş sanatları ile bir süre uğraştığımdan olabilir, Shadow Yoga ile tanıştığımda tek bir hocaya bağlı kalınarak yapılan yoga bana hep çok doğal gelmişti. Hoca ve öğrenci arasında oluşan bağ, o bağ içerisinde öğrencinin kendisini tanıması için çok bereketli bir alan. Yıllar içerisinde yavaş yavaş fark ettiğim şey şu oldu; disiplinler değişse de, yöntemler, hareketler değişse de, tüm bu çalışmaların yoğunlaştığı prensip hep aynı. Hareket de, hoca ile aramızdaki bağ da, kendimizi tanıyalım diye kullanabileceğimiz birer araç. Tüm olay bu.

Geçenlerde bir yerlerde bir alıntı görmüştüm, şimdi sordum Gugıl’a ama bulamadım kaynağını. “You cannot have a relationship with someone other than the relationship you have with yourself” diyordu. Kendinizle kurduğunuz ilişkiden daha farklı bir ilişki yaşayamazsınız kimseyle. İşte tam da bu yüzden, kendimizle olan diyaloğumuz neyse aynısını yogamıza da taşıyoruz. Kuralcı, otoriter bir zihnimiz mi var, yogamız da askerlerimizden biri oluyor; her şey nizamlı her şey düzenli, belli kurallar içerisinde güzelce çerçevelenmiş. Mükemmelliyetçiysek yıkıl karşımdan diyoruz kendimize. Her gün güneş doğmadan bu yoga denen mereti yapamıyorsan hiç yapma daha iyi. Kavgacı bir mizacımız varsa ya pozlarla, ya da hocayla kavga ediyoruz. Her şeye bir açıklamamız var ve asla dinlemeye niyetimiz yok. Kendimize yüklenen bir tipsek, ne yapsam olmuyor diyoruz. Güçsüzüm, kurbanım, eziğim ben, yapamıyorum. Herkes yapıyor, bir ben yapamıyorum. İlişkilerde de benzer duvarlara tosluyor, bu yüzden bir sevgilinin kollarından diğerine koşuyor, her seferinde hüsrana uğrayıp bütün erkekler aynı! deyip geçiyoruz. Halbuki aynı olan biziz. O yüzden de her ilişkimiz sanki birbirinin bir kopyası oluyor, farklı karakterlerle değişik yerlerden başlasalar bile, vardığımız nokta, yaşadığımız sorunlar hep benzer oluyor. Çünkü karşımızdaki insan bize olduğumuz gibi bizi yansıtıyor. Tıpkı yogamızda olduğu gibi.

Sonra ne oluyor?

Sanırım öncelikle insanın mevcut varoluş hâlinden adamakıllı bezdiği bir noktaya varması gerekiyor. Kendince her yolun denenmiş, hiçbir şeyin sonuç vermediği (gibi göründüğü) bir yere varılması, tüm benliğimizin ben olmayan bir dolu kavram ve şahsiyet tarafından işgal edildiğinin farkına varılması, tuttuğumuz her şeyin (neredeyse) elimizde kalması, umutların tükenmesi gerekiyor. İnsanın kendi zihninden geçen, dudaklarından dökülen her düşünce ve sözden sıkıldığı, yorulduğu, içten içe onlara göz devirdiği bir yer. Tüm samimiyetsizliklerin birer birer tespit edilip alaşağı edildiği bir muhabere. Bu kadar karanlık olmak zorunda mı? Evet. Tüm hikâyeler, masallar, mitler, bize bunu söylüyor. Karanlığa inmeden ışığa ulaşamazsın, derinlere dalmadan inciyi bulamazsın.

Sonrasında, nasılını tam bilmesek de, değişim bir yerlerden başlıyor. Değişmek dışındaki tüm seçenekler denenmiş, elenmiş oluyor. Aslında tüm bu buhranların, değişimin çok önceden başlamış olduğunun birer alameti olduğunu çok sonra anlayabiliyoruz. Yoga gibi can ile uğraşan bir yolda ilerliyorsak işin çoğunu prana’nın halletmiş olduğunu fark ediyoruz. Tohum için çatlamamak, çatlamaktan daha büyük bir risk haline geliyor.

Çatırdıyoruz.

 

İlk metin: 19 Mayıs 2016
Güncelleme: 25 Şubat 2019

 

Yunan Müziği ve Olmayan Memlekete Özlem

Neden bilmiyorum, Yunan müziği duyduğumda bir fena oluyorum. Bir şeyler düğümleniyor boğazımda, gözlerimi yaş basıyor nedensiz. Sanki çilingir sofrasındayım, bir efkâr iniyor kalbime. Sanırsın yasaklı anadilim, sanırsın yıllar önce yazın bir Yunan adasında bir Yunan gencine aşık olmuşum, hâlâ o yazın yasını tutuyorum. Yitip giden yuvama, evime ağlıyorum. Anlayamıyorum.

Yunan müziği duyduğumda aklıma Yunanistan değil kendi ülkem geliyor, tam olarak neresi olduğunu bilemediğim. Küçükken yazları Akdeniz’e tatile gittiğimizde, babamın benle yaşıt Sony’si Türk kanalı çekmezdi de Yunan kanalı çekerdi. Pek çok güneşi kaldığımız otelin balkonunda bu müzik eşliğinde batırmışızdır, babamın elinde viskisi. Acaba onları mı hatırlıyorum? Yunan müziği duyduğumda aklıma küçüklüğüm geliyor, babam geliyor. Sanarsın her yaz bu müziğe gözlerimi açıyorum, bu müziğe dans ediyorum. Öyle bir şey de yok.

Birkaç ay önce önümüzdeki inşaat benim mutfak ve salon pencerelerimin baktığı, bahar geldi mi çiçekleriyle patır patır patlayan kestane ağaçlarımdan birini kökünden kesti gözümün önünde. Elektrikli testerenin sesine uyandım, cama koştum, dal budak kesiyorlar ağacımı. Önce buduyorlar sandım. İnşaatın kabası yapıldı bitti onca zaman gözlerine batmadı da şimdi mi battı ağaç? Sonra gövdesine giriştiler. Bakıyorum, belediyenin adamları da değil bunlar. Bir tanesi koca göbekli sakallı genççene bir adam, biliyorum inşaatın önündeki konteynırda yatıyor, pembe GAP sweatshirtünün ceplerine ellerini sokmuş olan biteni izliyor, diğeri az ötede dikiliyor, diğeri ağacın üstünde, acemi, keyfekeder dilimliyor yarımasırlığı testeresiyle. Elinde ne bir eldiven var ne de ayağında güvenlik ayakkabısı. Ne tehlikeli iş yapıyor diye geçirdim içimden, fabrikada çalıştığım günler geldi aklıma. Adam sonra kaldırımın üzerine indi, ağacın gövdesini dilimlemeye başladı. Camın arkasında boğazım düğümlü öylece kalakaldım, aşağıya koşup adamların önüne atmak istedim kendimi. Ne diye kesiyorsun o ağacı? Ne zararı var sana? Daha bahar gelince patır patır açacaktı o ağaç! Kestane, acemi katilinden son öcünü aldı da öyle yığıldı yere. Adamın dilimlediği son büyük parça, kestiği açıyı hesap edemeyince olduğu gibi üzerine devrildi adamın, oradan da kaldırımın kenarında duran arabanın üstüne. Kaldırımla bir edene kadar kestiler kestaneyi, hiç umut kalmadı sonraki bahara. Salona geri geldim oturdum, çaresizliğimden, hıncımdan ağlamaya başladım. Bu ülkede bu yaşıma kadar yaşadığım, hesabını kimselerden soramadığım, benden alınmış bütün haklar, bütün haksızlıklar bir bir aklıma geldi, hepsinin kızgınlığı, hepsinin yersiz, sonuç bulmayan, mağlubu çoktan belli öfkesi, nefreti geri geldi. Gözümün önünde bir ağaç yıkıldı diye beni sinir krizinin eşiğine getiren ülkeme lanet ettim. Gezi’de de aynı şey olmamış mıydı, Validebağ’da aynı şey olmuyor muydu? Bir memleket hissi vardı içimde bir yerlerde, sanki her yaşadığım an o hayal parçası içimde daha da kırılıyor un ufak oluyordu. Evim diyebileceğim bir yerlerin özlemini duyuyorum içimde, ama vatandaşı olduğum ülkede yuvasız, yurtsuz gibiyim. İşte böyle çaresiz anlarda nasıl boğazım düğümleniyorsa, kulağıma Yunan müziği çalınınca da neresi olduğunu bilemediğim ülkeme yitik bir özlem, bir yas, bir göçerlik hissi geliyor yerleşiyor içime. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum.

Ankara’dayken arasıra bindiğim taksilerde şöförle muhabbet esnasında sorulan o vazgeçilmez soruya hiçbir zaman ne cevap vereceğimi bilememişimdir. “Memleket nere?” Çok uzun bir süre, bu soruya net bir yanıtım olmamasından ziyade bu soruya insanların tek bir sözcükle cevap verebilmelerine şaştım kaldım. Ayaş, Divriği, Kaynaşlı, Kızılcahamam.. İstanbul’a yerleşince işim kolayladı, Ankaralıyım abi deyip geçmeye başladım, bu sefer de “Neresinden?” sorusu. Ah be abim ben de bilmiyorum ki neresinden. Diyemiyorum ki Ankara’da Çankaya Hastanesinde doğmuşum işte ben, bildin mi? Bir soğuk, samimiyetsiz geliyor, memleketim bura mı ki benim? Nüfus cüzdanımda Muğla – Milas yazar. Hocabedrettin köyü, geçen sene Yiğit’le Bodrum’a giderken uğrayacaktık da gece oldu, boşver dedik. Büyükdede en son Muğla’da valilik mi ne yapmış ondan sanırım, Bodrum Kalesinde halen resmi asılı, bir gidip göremedik. Annem ve babam birbirlerinden bağımsız İzmir’de doğmuşlar birer yıl arayla, bazen hava atmak istersem “Anam babam İzmir doğumlu abi” diyorum şöföre, bir meşhur İzmir kızı muhabbeti dönsün diye. Daha meraklı şöföre denk gelmişsem “Göçmenlik var mı abla?” diye gelir. Ona da diyecek lafım var. Sen yerleşik misin ki diyesim geliyor bana bunu soran herkese. “Evet” diyorum “anne tarafım Yugoslav göçmeni”. Annemin annesi Üsküp’te doğmuş. Bizim ailenin soy dağarcığı çok küçüktür, aile tarihçemiz ondan da kıt. Ailenin yarısı yarısıyla konuşmaz, üvey aileyle daha çok irtibattayızdır. Anne tarafımız iyice kopuk. Annemin annesi Sırriye, ela gözlü sarışın, zamanında güzel kadınmış herhalde. İki kere bana kazıkazan almıştı Beşevler’deki evinde. Başka da anım yok ona dair. Hafızamda bir kare de o güzelim evin mutfağında tepe tepe uzanan kirli tabak kuleleri, lavaboda matruşkalar gibi içice geçmiş kirli kap kacaklar. Ta ki bir gün annemin üvey ablası geldi, bizim anneanneyi aldı da götürdü. Konuşturtmadı da, ne annemle ne teyzemle, yerini yurdunu bilemedik yıllarca. Sonradan öğrendik Antalya’ya götürmüş, bir huzurevine yatırmış. Bir gün teyzem nüfus idaresine vukuatlı nüfus kağıdı almaya gitmiş bir tapu işi için, orada görmüş ki anasının yanında öldü yazıyor. İşte böyle öğrendi annem de annesinin öldüğünü. Babası da ben doğmadan ölmüş, tanımak kısmet olmadı. Ana tarafımla bu kadarızdır. Acaba bundan mıdır bu kadar köksüz hissetmem bu dünyada? Babamın babannesi Güzide Hanım ise Foçalıymış, bir fotoğrafları var güzelim efe kıyafetleri içinde, inanmazsın! Dedemin dedesi Of’ta imammış, babannemlerin ucu Gürcistan’a dayanırmış. Söyle bana şöför abi, memleketim nere benim? Geçen yaz Sakız adasında müşteriden çok misafir gibi ağırlandığımız konaktan bozma otelde, hikayesini anlattı Eleni. “Bizim aile” dedi, “üç yüz yıldır bu evde yaşıyor. Ev büyük gelmeye başlayınca otele çevirdik”. Aklım almadı. “Do you understand this number?” repliği geldi aklıma Son Samuray’dan. Üç.yüz.yıl. diyor kadın. İşte bu kadının memleketi orası şöför abi. İşte bu kadın yerleşik olan. Senin benim memleket dediğimiz olsun olsun iki kuşaklık mesken.

İşte Yunan müziği dinlediğimde benim de kalbimi bu olmayan memleketimin hasreti basıyor. İçimde bir yerlere dokunuyor. Karaya vurmuş bir denizkızının dalgalara yaktığı bir ağıt gibi.

Bırakmak

Supta vajrasanada, sırtımın arkasında kocaman bonbon şeklinde bir yastık, bütün omurgam ağırlığını yastığa doğru bırakırken kollarım iki yandan aşağı doğru sarkıyor. Her zaman denk gelmez ama inanılmaz rahatım şu an. Gözlerim tavandaki koyu renkli ahşap kirişlerin üzerinde geziniyor. Serinlemek için araladığımız bahçeye açılan kapıdan içeri kuş cıvıltıları ve yaprak sesleri doluşuyor. Belki de insanın en rahatsız duygularıyla yüzleşmesi için tam da bu kadar rahat olması gerekiyor. Hiç değişmeyen ve neredeyse iki buçuk saat aynı seyrini sürdüren bir müzikle, yarı uyur yarı uyanık vaziyette zihnimin önüne bir görüntü geliyor. Hocanın komutuyla nefes verirken üzerimden bir şeyi daha yere bırakıyorum. Ve içimden yere düşenleri yalnızca bir havaalanı benzetmesiyle sözcüklere dökebiliyorum.

Düşün ki, havaalanındasın. Geldikleri gizemli koridordan çıkıp paldır küldür karuselin üzerine dökülen bagajların arasından kendininkini seçmek üzere görüş açısı iyi bir nokta buluyorsun. Oralarda bir yerlerde, ufak kırmızı bir bavulun olacak. Derken aniden, sana yaklaşmakta olan başka bir valiz gözüne çarpıyor. Üzerinde kocaman harflerle ismin yazılı: “Beni al! Al beni!” Kafan karışıyor, böyle bir bavulun olmadığına eminsin. Bavul senin değil. Tam olarak anlam veremesen de bakışlarının bulanıklığı içinde elin bavula doğru gidiyor ve onu alıyorsun karuselden, ne de olsa sana adreslenmiş. Derken kendi bavulun da geliyor, ve iki bavulu da sürükleyerek kapılara doğru yürümeye başlıyorsun. Tekerlekleri çalışmayan bir alışveriş arabası gibi, doğru düzgün yürümüyor da lanet şey. Karnında yumak yumak bir his, sanki biri sana tuvalete giderken beş dakikalığına çantasını emanet etmiş ve bir daha geri gelmemiş gibi. Alıyorsun o bavulu çünkü almamayı bilmiyorsun. Nereden geldiğini bir türlü çözemediğin koşullanmaların, seni sen yaptığını sandığın alâmet-i fârikaların, anne babandan yadigar, gölgen gibi bir türlü atlatamadığın huyların, boğazını sıkan kültürün, toplumun münasip gördüğü, cinsiyetinin gerektirdiği her şey o ekstra bavulun içinde. Sen olmayan her şey.

Aslında o bavulu orada bırakıp gidersin ve kimse farkına bile varmaz; çünkü herkes kendi bavuluyla meşguldür. O an o bavulu orada bırakıp gidersin ve hiç ama hiçbir şey değişmez. Hatta onu o karuselden hiç almamış olsan, muhtemelen zamanın sonuna kadar orada dönüp durmaya devam eder. Ta ki bir başkası için isim değiştirip kendini oradan aldırtana kadar.

Almamayı öğrenmek için belki geç, peki ya bırakmayı öğrenmek için?

photo

İstinye