Bir Yoga Günlüğü II: Gün 6

Bu sabah tek uyandım. Yarım saati yatakta Facebook ve blogda şıkırdayarak geçirdim. O sırada Gökay aradı, varmışlar Niğde’ye. Adam koskoca dağa gitmiş, sen de bir zahmet on adım at da yoga odasına var dedim kendime. Ama hoş bir tonda söyledim bunu, yanlış anlaşılmasın.

Yataktan kalkınca ilk işim gözlüğümü aramak oldu. Profesyonel bir miyop olduğumu söylemiş miydim? Orta birinci sınıftan beri böyle olduğum için beynimin kategori işlemleyen kısmının miyop olmayan insanlara oranla daha efektif çalıştığını düşünüyorum. İleri derecede bir miyop olsam da baktığım şeyin neye benzediğini genellikle doğru bir şekilde çıkarımlayabiliyorum. Bu yetenek tabii evde, her şeyin yerini bildiğim yuvamda çalışıyor. Sokakta avcılara yem olurum. Lisede William Golding’in Lord of the Flies’ını okuttuklarından beridir de ıssız bir adaya düşersem bu gözlerle ne yaparım diye sık sık düşünürüm.

Gözlüğü bulunca evde asayiş berkemal mi diye bir tur attım. Sinek popülasyonunun çok artmamış olduğunu görmek sevindiriciydi. Yoga odasının kapısındaki barfiksten kendimi sallandırırken kulağıma minicik, neredeyse olmayan bir ses ilişti. Ve ben bu sesin ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. Dün Gökay yoga odasının balkonunda hazırlıklarını sürdürürken odanın içine arı familyasından bir üyenin girdiğini görmüştüm. Hayvanı öldüremem, o yüzden kalsın dedim şimdi bunun üzerinden olay çıkartmayayım. Dün ortalığı süpürürken görememiştim. Ama sabah ya hâlâ oradaysa diye bir korkum var. Ben de böyleyim işte. Vızıldayarak uçan tüm mahlukâtın kanat sesine inceden ayarlı antenlerle donatmış yaradan beni. Perdenin üzerinde vızıldayan bir sesi ise fark etmemem imkansız. Bir başka kanatlı yaratıkla imtihanımı eski okur ve tanışık hatırlayacaktır. Gelgelelim (Anıl’ın bize Şirince kampında kazandırdığı bu güzel bağlaç gerçekten de vazgeçilmezlerim arasına girdi), türlü akrobasiler sonucunda camdan dışarı özgürlüğüne kavuşturmayı becerdim minik yaratığı. Belki de gözlerim iyi görmüyor diye kulaklarım bu kadar iyi duyuyordur! Ha ha. Yine de çok iyi görememenin güzel bir yanı da var, buradan tüm miyop yogilere sesleniyorum. Gözlüksüz (ve tabii lenssiz) bir yoga seansının dinginliğini başka bir yerde bulmak neredeyse imkansız. Bu açıdan bence oldukça ayrıcalıklıyız. Dört ana yön duygumuzu yitirmeyecek kadar gözümüzün görmesi yoga yaparken gayet yeterli. Hiçbir detaya ihtiyaç yok. Gözlüksüz yapılan pratiklerde dış dünya silikleşip bulanıklaşırken iç dünyanın çözünürlüğü artıyor. Benden başka böyle düşünen miyop yoldaşım var mı?

Bu sabahki gözlüksüz yogam yine 4. gün yogasının bir uzantısı oldu. Eser miktarda da olsa hâlâ kırmızı kanın izlerini sürmek mümkündü. O nedenle her ne kadar tam kapasite bir pratiğin özlemini çeksem de bugünü de ağırdan aldım. Burçe’nin bahsettiği P Lite Tracker benim de telefonun vazgeçilmez app’lerinden biri. Ortalama periyod uzunluğunu gösteren, moduna veya semptomlarına göre kısa notlar alabildiğin, geçmiş veriler üzerinden gelecek ay hallerinin gününü tahmin eden basit bir uygulama. Şu anki verilere göre, başlıcası Eylül’de Budapeşte’de olacak olan eğitim dahil diğer önemli kursların hiçbirisine bir döngü rast gelmiyor gibi görünüyor. Ah Budapeşte! Seni düşünmediğim tek bir günüm yok.

Yarın sabah erkenden birinci seviye Shadowcular ile etüt dersimiz var. Alarm 5’e kurulsun. O nedenle şimdi homini de gırtlak, pufidi kandil, tumba yatak!

miyop.jpg

 

Korkunun Kollarında

Çağımızın popüler bir hastalığı vardır, halk arasında panik atak diye de bilinir. Genellikle hep başka insanlar yaşar bu panik atak denen şeyi, biz yaşamayız. Öyle gelir bize. Ara sıra yaşarsak da bunun panik atak olduğunu anlamadan geçiştiriveririz.

Psikoloji yüksek lisansı yaptığım için halk arasında bu da beni pek çok kişinin nezdinde otomatikman ‘klinik psikolog’ sınıfına sokuyor, ki alakam yok. Evet belki sıradan insanlara göre klinik psikolojiye ait kavramlarla daha haşır neşiriz ancak benim alanım olan sosyal psikolojide fazla bir yeri yoktur patolojinin. Dolayısıyla benim de panik atak sendromuna ilişkin bilgilerim ortalama bir insanınkinin ötesine geçmez. Bir musibet bin nasihatten iyidir derler ya, işte bir tecrübe de kulaktan dolma bin tane bilgiye bedel. Neyin ne olduğunu çok güzel anlıyorsun.

Geçen hafta Gökay’la iki günlüğüne Geyve’ye tırmanmaya gittik. Oldukça acemisi olduğum bu spora ilk günden beri terörle karışık çılgın bir sevgiyle bağlandım. Standart bir spor aktivitesine göre insanı zihnindeki ölüm korkusuna meydan okumak zorunda bıraktığı için kaya tırmanışının ayrı bir ‘kafası’ olduğu muhakkak. Bu kafa, lunaparkta içine bindiğinde korkudan manyaklar gibi çığlıklar attığın, rayların tepesindeyken sağına soluna akla hayale gelmeyen küfürler saçtığın, başka milyon tane yerde olabilecekken o an tam orada olmana lanetler saydırdığın bir roller coaster macerası sonrasında tren durup da her şey bittiğinde, -eğer henüz kusmadıysan- acayip bir şekilde seni ele geçiren ‘Haydi bi daha! Bi daha!!’ kafasına çok benziyor.

Belki bu spora daha az korkuyla başlayanlar vardır, ben onlardan değilim. 21 yaşıma kadar yükseklik korkusu olmadan yaşamış biri olarak, bir gün Sagrada Familia’nın dar merdivenlerinden yukarı çıkarken bel hizamın aşağısında kalan bir pencereden aşağı attığım bir bakışla beraber tüm dünyam alt üst oldu, o gün bugündür de içim bir hoş oluyor yükseklerden aşağı bakınca. Kaya tırmanışını ilk denediğimde Günsu’yla beraberdim Geyikbayırı’nda. İpin bir ucu en az yedi farklı noktadan yedekli bir halde en yukarıdaki halkadan geçerek belimdeki kemerde düğümlü, diğer ucu da Günsu’nun elindeki emniyet aletinde. Top rope dedikleri. Yani aslına bakarsan düşüp ölme ihtimalin sokakta yürürken bir muz kabuğuna basıp ölme ihtimalinden çok daha az. Hatta yok. Muzu yerken boğularak ölme ihtimalin bile daha çok. Ama gel de anlat bunu zihnine.

İlk denememde yerden henüz üç dört metre yükselmişken aşağıya bakmamla beraber kafamda bir şeyler attı, kuyruk sokumumdan içeri bir yumruk girip karnımın içindeki bağırsakları patlatacakmışçasına sıkmaya başladı, oradan nefes borumu ve ciğerlerimi, en son da kalbimi ele geçirdi. Ben de oracıkta, öyle, asılı kaldım. Zihnimin bütün fonksiyonları kapattı tatile gitti. Bir tek kulaklarım kaldı, o da kayadan kulaklarıma geri yansıyan, acınası bir ritimde kapasitesi yirmide birine düşmüş ciğerlerime sanki bir pipetten alıp vermeye çalıştığım nefesimin ağlamaklı sesini duydu o kadar. Kollar bacaklar desen, başıboş hortum kadar kontrolsüz, anlamsız bir şekilde asılı kalmakta direttiğim (burası önemli) kaya parçasının üzerinde son gücüme kadar kastığım parmaklarım acıdan ciyak ciyak. Sonra birden bir şey oldu, kafamı ayaklarımdan kaldırıp yüzümün iki santim ötesindeki kayaya baktım. Selam dostum, bir senle ben kaldık mı şimdi burada? Günsu’nun aşağıdan hadi yavrum, hadi kızımları, nefes al, nefes ver talimatları geliyor. Kayaya baktığım o an bütün hücrelerime garip bir idrak yerleşti, işte andasın yavrum! Anda kal anda kal dedikleri bu olsa gerek! Bu sporun belki de bu kadar bağımlı eden tarafı da buradan geliyor. Kaya ve ipin haricindeki her şey teferruat kalıyor. Korkudan aklını yemediğin sürece de o zihninde sadece ‘o an’ var oluyor. Al sana meditasyon. Birkaç derin nefes al verden sonra nefeslerim biraz daha düzene girdi. Al sana pranayama. Sonra nasıl oldu bilmiyorum, bir kuvvet geldi bir yerlerden, Allah ne verdiyse kolu bacağı yukarıya doğru alıp rotayı bitirdim. Günsu beni yere indirdikten sonra da her yerim titriyor, ama muzafferane bir his de yayılmış içime, adrenalin kokteylinden kafam bir dünya, deliler gibi mutluyum. Ayaklarım yere değer deymez de ‘Bi daha! Bi daha!’ diye geçiriyorum içimden, mecalim olsa zıplayıp el filan çırpacağım. Öyle bir coşku.

O günden sonra bir kez Geyve’de, bir kez Şile’de, sonrasında da yeniden Geyikbayırı’nda tırmanma şansım oldu. Top rope olmayan ve senin yükseldikçe ipini emniyet noktalarına taka taka çıktığın tırmanış olan lider çıkışı öldürsen yapmam diyordum. Manyak mıyım ben? Adrenalimi yaşıyorum, bir şekil çıkıp iniyorum işte, daha fazlasına ne gerek var? Bir kere deneyince hastası olacaksın, bırakamayacaksın dediler. Yok dedim istemez. Elimin kayaya üçüncü kez değdiği bir sefer, neyime güvendim de lider çıktım bilmiyorum. Aşağı bakıyorum, karnım hoplamıyor, manzaraya bakıyorum, kalbim sıkışmıyor. Amaan diyorum eskisi gibi korkmayınca da o kadar heyecanlı olmuyormuş. Sadece yukarı, sadece yukarı, yine Allah ne verdiyse çıkıyorum. Emniyette Gökay olduğu için kafam rahat, zihnim en ufak bir risk hesabı yapmıyor, hesaba katılması gereken bir risk varsa bile görmüyor, mutlu mesut hayatına devam ediyor. Böyle böyle birkaç sefer daha geçti.

Taa ki geçen Perşembe’ye kadar.

Bir önceki gelişimizde yağmur yağdığı için yarıda bırakmak zorunda kaldığım bir rotanın önüne geldik. İsmini hatırlamıyorum şimdi. Düşük dereceli rotalardan biri. İlk bolt benim için biraz fazla yerden yukarda, ancak eğim pozitif, elinle ayağınla bir yerlere tutunup kendini yukarı çekip takacaksın ilk bolta ekspresini, ipini de attın mıydı oradan tamam. Benim gibi acemiler için psikolojik bir tampon o ilk bolt. Ama daha bu ilk boltta olmaya başladı bir şeyler. Yukarı devam ettikçe allah allah diyorum ya, ben buraya geldiğimde daha da acemiydim, epey de iyi gidiyordum, sağıma soluma bakıyorum şimdi ayağımı atacak bir yer bulamıyorum. Nasıl yapmıştım geçen sefer? Ayak atacak yer var da, ben görmüyorum. El ara kızım el ara. Acemiyken yaptığın bir başka şey de sanki seni kolların taşıyacakmışçasına, delicesine ellerinle tutunacak bir şeyler aramak. Ve bulduğunu bırakamamak.

Birkaç bolt daha yükseldim, bir yere gelip kitlendim. Çılgınlar gibi elimi atacak bir yer, tutunacak bir ot, bir çatlak bir delik bir bişey arıyorum. Gökay’ın talimatları kafamda çınlıyor, ayak çalış ayak çalış! Arama bas git! Nereye basıp gideyim ulan diye geçiriyorum içimden, basacak ayak mı var? Hadi sol ayağı attım şu deliğin ucuna diyelim, sonra ne olacak? Sağ ayağı nereye atacağım? Düşünmeden gidince bu sefer önceden hesap et ayağını nereye atacağını diye kızar. Şimdiyse arama arama bas git diyor. Nefesler sıklaştı, aklıma Rock Warrior’s Way’deki iç diyalog meselesi geldi. Neler geçiriyorum o anda aklımdan, bir ona bakayım dedim. Çözüm önünde, karşında duruyor be yavrum, sakin kalırsan göreceksin. Hop hop. Daha önce de yaptığın gibi. Kollar bacaklar titriyor, bir punduna getirip yapıyorum yukarı bir hamle, öbür ayağı atacak yer yok lanet olsun, gerisin geri iniyorum son çıktığım yere kadar. Gökay aşağıdan bir şeyler söylüyor. Haydi kızım diyorum, şu iç diyaloğunu sevecen, destekleyici bir şeylere yönelt. Mind the sword, mind the people watch, mind the enemy, too many mind… No mind. diyorum, dinletemiyorum. Karnımdan yukarı tanıdık bir şeyler yükselmeye başladı. Allah dedim korku geliyor. Korkunun geliyor oluşu korkunun kendisinden daha çok korkuttu. Yine vücudumda bildik yerlerden geçti, eline bir yumak ip dolarmışçasına bağırsaklarımı birbirine kattı, midemi aldı un ufak etti, kalbimin üzerine çöktü, boğazımı aldı iki eliyle sıkmaya başladı. Midem bulanıyor. Ağzımı açsam ağlayacağım. Avaz avaz hem de. Tut kızım kendini tut. Tut bırakma. Bırakırsan gece yarısına kadar burada tünemiş vaziyette kalacaksın. Gökay hal ve hareketlerimi başka yüzlerce kişinin üzerinde görmüş olduğu için yaklaşmakta olan tsunaminin farkında, sakin ama buyurgan bir ses tonuyla beni kendime döndürmeye çalışıyor. Benim kafa gidik. Nefeslerini düzenle diyor, birden ona kadar say diyor. Biri bana ne yapacağımı söyleyince zihin uslu çocuk gibi hemen nefeslerin üzerine eğiliyor, biraz rahatlatmaya çalışıyor. Bir yanağım kayaya dayalı, (nolur tenimin bir parçası temas etsin şu kayaya!), birden ona kadar yavaş yavaş sayıyorum. Aklımdan o an bir filmin bir sahnesi geçiyor böyle nefesli, ama hatırlayamıyorum. Gökay ayaklarına güven, ellerini aşağıya bırak, yaslan kayaya diyor. Ah be yavrum, ben burada varoluş savaşı veriyorum, sen bana ellerini aşağıya bırak diyorsun. Beni bıraksan ısıracağım kayayı! Bir ancık bırakabiliyorum elleri, refleksle geri kalkıyor kollar yukarı. Kaldırma bırak! Bir gayret bir daha dene, haydi kızım güven ayağına bırak elleri, yok annem yok, o el o kayaya tutunacak. Gerçekte neredeyse işlevsiz olan ellerimin boyumun yukarılarında bir yerlerde bir çatlakta, bir kovukta, tek parmağımın girdiği bir delikte ümit araması boşuna değil. Zihnim kayaya tutunmaya çabaladıkça ellerim de gidip bir yerleri tutmak, bir yerlere asılmak istiyor. Halbuki parmak uçlarında bir merdiven basamağının üzerinde durmaktan bir farkım yok o anda, gayet de güvende ve rahatım. Ben asıldıkça vücudum daha da kasılıyor. Bacaklarımın zangır zangır titrediğini karşı köyden bakan görecek. Kaç dakikadır buradayım? Beş? Yirmi? Anasını sattığımın boltu da o kadar yukarda ki. Geride bıraktığım boltla aramda tam yarı yarıya mesafe var. İnsem inemem, çıksam zaten çıkamıyorum. Ellerim paramparça oldu. Gökay hala ellerini bırak diyor. Manyak mısın oğlum ne elini bırakması? Hiç de halden anlamıyor diye düşünüyorum. Tecrübelenince unutuyor işte insan acemiliğini. Başka zaman olsa sakinleşirim de, artık o çizgiyi çoktan geçtim güzelim. Bırak elleri! komutunu duydukça gözlerimden yaşlar fışkıracak gibi oluyor. Babamla araba kullanmayı öğrenmeye çalıştığım bir an mı geldi aklıma? Korkuyoruuuuum diye aşağı bağırıyorum. İnmek istiyoruuum. İnmek istiyoruuum. Son bir gayret sinirleri tutuyorum, burada bırakırsam tövbe inemem. Uyku tulumunu kılıfına tıkıştırdığım gibi korku da iç organlarımı biir bir yumak yumak ediyor. Ne menem bir şeymişsin sen.

Burada tabi değinmek gereken güzel bir ayrıntı var. O da neden? Sorusu. Neden bırakmıyorsun? İp dediğin arkanda bıraktığın ekspreslerden geçerek aşağı kadar iniyor, bir ucu emniyette. Asabını toparlayıp hafifçe kendini kayadan itsen, kontrollü bir düşüşle ipine kemerine oturacaksın rahat rahat dinleneceksin. Bu kadar kasmaya, kendini tüketmeye ne gerek var? İşte sana Psikoloji 101. Bir yandan yukarı ilerlemeyi becerememeyi bir nevi yenilgiyle eş tutan, zora, zorluğa karşı pes etmemekle kendini şahlandıran egom, öte yandan zavallıcık, temel bir yaşama tutunma arzusu ve ölüm terörü arasında kalbi kuş gibi çırpınan, tek isteği sağ salim ayaklarını yere değdirmek olan bir başka ben. Ama öbür deli manyak ne yapıyor? Tutunuyor abicim. Parmaklarının ucundaki son güç damlası da tükenip kaslar iflas edene kadar tutunuyor.

İşin garibi nasıl indiğimi hatırlayamıyorum. Çünkü düştüm de o rotada. Ama inerken mi düştüm, yoksa o esnada yukarı çıkma çabası içerisindeyken mi düştüm bilmiyorum. Anın heyecanıyla neremi çarptığımı da çok fark etmedim, zaten çok bir şey de olmadı. Gökay bu sefer de sen napıyorsun, öyle düşülür mü! diye bağırmaya başladı. Hani çocuk yere kapaklanıp da bakışlarını annesine çevirir, orada korku ve panik ifadesi bulunca kendisinin de korkmasının gerektiğini idrak edip yavaş yavaş ağlamaya başlar ya. İşte Gökay’ın sesindeki tını da fazla sert ve keskin çıkınca, dışarıdan muhtemelen daha korkutucu görünen düşüşümün arkasından daha fazla korkmam gerektiğini idrak edip paniğime bir yenisini daha ekledim. Ama bu kısım hangi ara oldu işte onu hatırlamıyorum. Asıl olay ben iç organlarım ve tüm uzuvlarım kasılmış, nefes borum neredeyse kapanmış bir halde yere inip popomu sonunda toprağın üzerine koyduğum an başladı.

Yere konduktan sonra sanırım panik atak geçirdim. Sanırımı mı kaldı ya, basbaya geçirdim ben. Ataktı, panikti, terördü, çılgınlıktı. Nefes alamadıkça daha da alamamaya başladım, pipet diyorum ya, aslında nefes borusunun çapı şimdi baktım iki santimmiş. O ara herhalde iğne deliği filan kadar olmuştu. Gökay yüzümü iki elinin arasına aldı, gözlerine baktırtıyor, nefes al ver diyor, ağlama krizi de eklenince nefes almak imkansız bir hale geliyor. Burundan giren nefesler rahatlatmaya başlıyor. Gökay’a sarılmış vaziyetteyken gözlerim kayanın karşısındaki yeşilliğin, vadinin, köyün güzelliğine takılıyor. Alıyor beni bir gülme! Ulan ne komiksin Pınar, şuraya geldin eğlence olsun diye, girdiğin tribe bak. Korkudan öleceğine bıraksana. Hahaha ne kadar komik derken tekrar vuruyor beni bir korku dalgası, kolumdan tutup beni kendi dansına doğru çekiyor, ben gözlerim donuk vaziyette tekrar ağlıyorum. Hıçkıra hıçkıra, deliler gibi. Arada bir neye ağlıyorum diye soruyorum, bulamıyorum. Sanki bundan önce korkup da hiç belli edemediğim bütün anların anısına ağlıyorum. Aklıma Kavi’nin masaj seansı geliyor, oradan bir tanıdıklık hissi. Yine kaç dakikadır buradayız bilmiyorum. Bir asır geçti ben sakinleşene kadar. Hayatımda böyle bir şey yaşadığımı hatırlamıyorum. Diye düşünürken aslında başka birisinin arabasında hızlı giderken de buna benzer bir korku hissettiğimi, korkudan ağlamaklı olup da çaktırmamaya çalıştığım anları hatırlıyorum ışık hızıyla. Demek onlar da bir nevi panik atakmış diye geçiriyorum. Bir nevisi mi kaldı kızım, bir türlü kabul edemiyorsun. Evet panik atak geçiriyorsun.

Ben sakinleşince kampa geri döndük, domates soslu mısırlı baharatlı bir makarna yaptık, yer yemez uyuduk. Ertesi gün sinirlerimi haşat eden rotaya tekrar gitmek istedim. Orada bırakırsam biliyorum bir daha asla devam edemeyeceğim. Gökay top rope açtı, çıkarken birkaç kez ipe oturdum ama ne yapıp ettim rotayı bitirdim. Kitlendiğim yeri nasıl geçtim orayı da hatırlamıyorum. Korkum geçti mi? Hayır. Sonrasında birkaç rota daha deneyip, hiç adetim değildir, yarıda bırakıp aşağı indim. Oh dedim ya! Yarım kalsın anasını satayım. İlla bitirmek zorunda mıyım? Psikoloji 101 dedim ya. İnsanın kendine dair birtakım keşiflerde bulunması için harika bir ortam sağlıyor kaya tırmanışı. Kendi kendinle nasıl konuşuyorsun, nasıl telkin edip nasıl kandırıyorsun, başkası müdahale ettiği zaman ne tepki veriyorsun, korkuyla nasıl başa çıkıyorsun, ya da çıkamıyorsun, bitirmek bitirmemek, kazanmak kaybetmek, denemek ve pes etmeye dair fikirlerin, önyargıların neler? Gözlerini açarsan hepsi biir bir gözünün önünde, şu çatlağın üstünde, bu deliğin içinde, seni bekliyor.

Doğanın içinde, kendi doğan senin keşfetmen için seni bekliyor.

IMG_4734
Fırtınadan sonraki sessizlik. Foto: G.B.

İnzivadan Kalanlar

Bugün, göz alabildiğine haşmetli ve bir o kadar da tehditkar doğasıyla büyülü Fethiye Yediburunlar’dan döndüm. Bu yıl boyunca asistanlığını yaptığım yin yoga hocalık eğitiminin inzivası vardı. Bu tarihlerden tam bir yıl yirmi gün kadar önce yine aynı yerdeydim, bu sefer öğrenci olarak. Adımımı atar atmaz yine o zaman hissettiklerime benzer hisler yerleşmiş içime, gidince fark ettim. Bir tedirginlik, bir huzursuzluk… İnsan bir yere aşağı yukarı bir yıl sonra tekrar gidince, o geçen bir yılın hesabını yapmak, onu gözden geçirmek daha mı kolay oluyor acaba?

İnzivada not tutmak için yanıma yine öğrenciyken tuttuğum defteri almıştım. Uçak Dalaman’a doğru yol alırken, buhranlı bir meditasyon sonrası karaladığım bir yazı buldum tesadüfen defterin içinde, heyecanla okumaya koyuldum.

14 Ağustos 2014
Ayağımın dibinde Buğday’la oturuyorum. Gerinirken patisini benim ayağıma doğru uzattı, gerindikten sonra da orada bıraktı. Bu boğucu sıcakta üstündeki kalın postuyla zor nefes aldığı belli. 

Yin yoga hocalık eğitiminin inzivası için Lighthouse denen bir yerdeyim, Fethiye Yediburunlar’da. Gerçekten göz alıcı bir yer. Odalar taş ve ahşap, kocaman, ferah. Dün gece uyurken odanın bir yerlerini kemiren tahta kurularının sesini duydum. Kırt kırt kırt.

Sabah güne biraz ısınmak için self-pratikle başlayıp meditasyonla devam ettik. Meditasyon ki ne meditasyon! Devrim hem bir meditasyon günlüğü tutun dediği, hem de genel olarak iyi bir fikir olduğu için o otuz dakika boyunca aklımdan geçenleri buraya aktarmamda fayda var. 

Sinekler. Vızır vızır, kaotik sinekler. Kulağımın dibinde, burnumun dibinde uçuşan sinekler. Mekanın yoga stüdyosunu oluşturan, tahta parkeler, yüksek ve ahşap bir tavan ve odanın üç bir yanını boydan boya sarmalayan camlar. Pat pat, pıt pıt. Dışarıda uçarken cama çarpan sinekler, içeride uçarken cama çarpan sinekler.

Bileklerimi ve dizlerimi rahat ettirmek için altımda iki tane blok, dizlerimin altında iki battaniye, seiza’da oturuyorum. Sinekler etrafımda vızıldaştıkça elim kolum oynuyor, kendime mukayet olamıyorum. Boynum gereksiz hızlı reflekslerimin bir kurbanı, neredeyse kramp giriyor vızıltıların getirdiği kasılmalarla beraber. Avuç içlerimi dizlerimin üzerine doğru bırakıyorum, daha topraklanmış hissediyorum. Devrim Ham-sa meditasyonu yaptırıyor. Ama ben gözlerimi dahi kapatamıyorum. Görmek istiyorum vızıltı nereden geliyor. Sinek mi, arı mı? Sinek mi, arı mı? Sesin frekansından çıkarmaya çalışıyorum, kara sinek mi, bal arısı mı, eşek arısı mı, uzay mekiği mi? Biri karnımı iki ucundan tutup buruşturuyormuş gibi hissediyorum. Nasıl başa çıkabileceğimi bilemiyorum bir türlü.

Ve sonra beklenen an: içeri orta boy bir arı giriyor, ve çıkamıyor. Girdiği pencerenin yana doğru sürgülü camı arkasında, tırmanıp düşüyor, tırmanıp düşüyor. Nefes al ham, nefes ver sa. Buranın sinekleri çok fazla ses çıkarıyor! Arı çıkamıyor, camın sonuna kadar tırmanıp, cama çarpa çarpa düşüyor, bızz bızz bızz. Ve yeniden. Hayvana acıyorum. Onu özgür bırakabilmek istiyorum, belki de kendimden bile önce. Tek yapması gereken on santim geriye, on santim sağa veya sola uçmak. Sonra özgür kalacak! Küçüklüğümden beri hep merak etmişimdir, bu kadar akıllı bir hayvan nasıl oluyor da yanı başındaki boşluktan giren havayı hissedemiyor, ya da şöyle biraz geriye doğru uçup bir bakamıyor olana bitene. Popo dansıyla polen lokasyonu paylaşan bir canlıdan söz ediyoruz. Ama yok, varsa yoksa cam. Kendi kendine yapılmış bir zindan. Bu gidişle yorgunluktan bitap düşüp ölecek. Yukarı tırman, aşağı düş; yukarı tırman, aşağı düş. Meditasyon yalan oldu. Üçüncü çakraya geldik. Gözlerim açık. Benden başka eline koluna hakim olamayan yok. Arı Devrim’in tam arkasındaki camda debeleniyor. Cam bana üç dört adım uzaklıkta. Göz ucuyla arıyı takibe alıyorum. Ham-sa, ham-sa. 

Kulağımın yanından kurşun gibi bir sinek daha. Boynum yine kasılıyor. Kendi kendime gülmeye başlıyorum, sinir bastı. Etrafa bakıyorum. Herkes zen ulan! Bir tek ben mi duyuyorum bu sesleri? Odada sekiz kişiyiz, bir ben. Geri kalan herkesin zihnine özeniyorum. Ham-sa, ham-sa. Psikoloğa mı gitsem diye geçiriyorum içimden. Aklıma Falih Hoca’nın örümcek fobisini ‘mommy issues’a bağlayışı geliyor. Acaba başka bir şey ile transferans mı oluyor diye düşünüyorum. Sinek de aynı, arı da aynı. Yine de arının yeri ayrı. Odaya bir kelebek girse muhtemelen benzer bir huzursuzluk olacak. Ama bir fark var. Kelebek ses yapmıyor. 

Tepe çakrasına geldi Devrim. Allahım her sabah bu böyle olacak! Güzel de fırsat diyorum kendi kendime ama olacak gibi de değil. Ne arı çıkabildi camdan, ne ben arıdan. Ne kadar çok benzediğimizi düşündüm o an. Nefes alıp oturduğum yere yerleşmeye çalışıyorum, ama arının cama çarpışı gibi ben de sürekli ona çarpıyorum. Arı ne zaman özgürlüğe doğru yaklaşıyor, içimden ‘hadi!! hadi!!’ diye tezahürat yapıyor, tekrar aşağı yuvarlandığında üzülüyorum. Çok yaklaşmıştı! Acaba benim de çıkış yolum bu arınınki gibi çok yakınlardaydı ve ben görmüyor muydum? Ham-sa.

 lighthouse