Bir Yoga Günlüğü III: Gün 10&11

Bugünlerde blog biraz tenhalaştı mı sangha, yoksa bana mı öyle geliyor? Birtakım yazarlarımızın son birkaç gündür hiç sesi soluğu çıkmamakta. Eğer yokluğunuzun fark edilmediğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz!

Son iki gün çok hızlı geçti. Dün Ayça beni ziyarete geldi, okudunuz mu? İstanbul’da istesek buluşamazdık. Fırsat bu fırsat deniz kenarında bol bol kaynattık. Doktor Kemal’le olan macerasını sanırım ondan dinlememiz gerekecek. Sonrasında biraz eşyalarımı topladım, Amerika’da yaşayan ve yılın sadece belli zamanlarında açan nadide çiçekler gibi zar zor denk getirerek görüşebildiğim arkadaşlarımı ziyaret etmek için akşam çıkıp Gündoğan’a gittim. Bir senelik arayı bir saatte kapatmaya çalıştık, ama buna da alıştık. Eve dönüp hafif bir yemek yiyip yattım. Böyleydi onuncu günüm.

Bugün İstanbul’a geldim. Yirmi iki gündür evimden uzaktaymışım. En son şu an oturduğum koltuktan bu yoga günlüğünü yazdığımda ikinci turun 15. günündeymişiz. Heyhat! Eve girer girmez yüzüme ağır, beklemiş, evin her yerine yayılmış bir sıcak dalgası çarptı. Camları açtım. Mutfak yine hayvan mezarlığına dönmüş, benim meşhur minik sinekler, ve evin içine girme talihsizliğinde bulunan diğer kanatlı mahlukların cesetleri mutfak karolarının üstünde.. Çiçeklere çarptı gözüm. Çiçeklerim! Yanmışlar sıcaktan. Orkidenin tek kalan çiçeği hâlâ üzerinde ama iyi değil belli, beti benzi atmış. Bir cins antoryum çiçeği olduğunu şu an size yazmak üzere aratıp öğrendiğim diğer çiçeğimin durumu ise kritik. Zaten son zamanlarda pek iyi değildi, korkarım buradan döndüremeyeceğiz onu hayata. Kötü hissettim onları öyle görünce, bir çiçeğe bile bakamıyorsun diye parmak salladı içimdeki ses. (Söylemediklerimi siz doldurun hanımlar.) Oradan zihnim hemen Gökay’a çiçekleri sulamadığı için sinirlenerek bir çıkış yolu aradı ama o fikre de o kadar tutunamadım ki hemen kendime kızmaya geri döndüm. Adam napsın, eve 6 saatliğine filan uğradı iki iş arası.

Son dönemde yanan ve iade edilemeyen uçak biletlerimin bolluğundan, kalçam sebebiyle zoraki tatilimi uzatmaya karar verdiğimde bu Çarşamba’ya aldığım uçak biletini ne olur ne olmaz diye esnek bilet olarak almıştım. Hayatımın ilk esnek biletidir. İyi ki de öyle yapmışım. Çünkü yine planlar değişti, babam da İstanbul’a gelmeye karar verdi. İşime de geldi doğrusu, o kadar şeyi çekerek veya sırtlanarak hiç mi hiç taşımak istemiyordum havaalanlarında. Atladık bu sabah 6’da arabaya, güneş kızıl pembe bir top gibi dağların yamacını ısırarak doğuyordu. Yollar bomboştu, 8 saatte evdeydik. Uçakla gelsem zaten bir saat önce evden çık, bir saat önce limanda ol, bir saat uç, bir saat kafadan rötar, yarım saat bavul bekle, otobüse veya taksiye bin çık, trafikte takıl, eziyet çek, vs. derken zaten en erken 6 saatte filan gelebilirdim eve. Mis gibi de oldu doğrusu. 22 günlük İstanbul yokluğundan sonra yaşanacağı yüzde yüz olan bir Sabiha Gökçen şoku/kaosu/travması yaşanmadı böylelikle.

Ama şimdi gözlerim kapanıyor sangha. Buna karşı koymayacağım sanırım. Yarın sabah ikinci prelüd ile yogamı eteğimde ziller kafamda mehter marşları ve karnımda kelebekler ile karşılayacağımı umuyorum. Belki ben de Fatma’nın yazdığı gibi “Dün hayalini kurduğum pratik değildi bu sabah yaptığım. Ama dünkü hayal, bu sabahki gerçek” diye yazarım size yarın. Kim bilir?

 

 

Bir Yoga Günlüğü II: Gün 21

Yerleşik hayattan merhaba sangha. Bu sabah aile evinde gözlerimi açtım.

Dün Edremit-Bodrum arası otobüs yedi saat sürdü. Otobüsler dolmuş olmuş. İzmir, Söke, Milas, diye diye sekerek geldik. Bu kadar uzun süren bir yolculuk boyunca hiç doğru düzgün mola verilmemesi enteresandı. Yalvar yakar şöförden tuvalet izni kopardık. Torba’ya yaklaşırken polis kontrolünde otobüsü çevirdiler, kimliklerimizi toplayıp kontrol ettiler. Olaysız devam ettik. Bodrum Merkez’e vardığımda oldukça yorgundum. Halikarnas Balıkçısı’nın 1938 senesinde diktiği belirtilen ve seksen değil sekizyüz yıllıkmış gibi duran dev okaliptüs ağacının karşısında bir restoranda yemek yedik ailecek. Daha doğrusu ben yedim. Sonra da eve geldik ve kafamı yastığa koyar koymaz uyumuşum.

Yazının devamını getirebilmek için biraz başa sarmam gerekiyor. Yazması kolay değil. Kampta son gece bir kaza yaşadık. Kampa katılan arkadaşlarımızdan biri düştü ve yaralandı. Hepimiz çok, çok korktuk.. Bizim müdahale edebileceğimiz bir durum olmadığı için ambulans çağırdık. Gecenin ilerleyen saatlerinde hastaneden gelen haberler yüreğimize su serpti; şükür ki önemli tetkiklerin hiçbirinde olumsuz bir bulguya rastlanmamıştı. O gece nasıl geçti pek bilmiyorum, zaman akmadı. Tek bildiğim sakin kalabilmek için insanüstü bir çaba sarf ettiğimdi. Hepimiz için zor bir geceydi.

Ertesi gün vedalaşıp ayrıldık. Ben de oradan otogara geldim. Uzun süren yolculuk biraz kendime gelmemi sağladı. Yolculuğun sonunda beni bekleyen anne baba şefkati ilaç gibi geldi.

Bugün Bodrum’da fırtına var. En azından bizim olduğumuz yerde. Kapı pencere kapalı oturuyoruz. Ben boğazım geçti derken göğsümü üşütmüşüm. Öksürüklerin tınısı pek iç açıcı değil. Akşam babam Vicks terapisi yapmayı önerdi, seve seve kabul ettim. Okaliptusun faydaları..

Yazılardan ötürü #28günyoga’dan ev halkı da haberdar. Babam bloga abone, annem de fırsat buldukça yazıları takip ediyor. O nedenle burada daha önceki seferlerde hiç oturtamadığım yoga düzenini oturtmam için bana destek oluyorlar. Yine de evde yoga yapacak yer bulmak zor oldu. Garip ama gerçek. Açık hava yogasına karşı olmama rağmen en kötü bizim terasta yaparım diyordum ama bugünkü hava şartları ve hastalığım sebebiyle bu seçenek hemen elendi. Annem o sırada yemek yapmakta olduğu için bütün evi yemek kokuları almıştı. Ortak kullanım alanından farklı bir yer olsun istedim en azından, nispeten tek başıma kalabileceğim. Böyle bir yer yoktu. Üst kattaki odaların açıldığı, neredeyse bir mat ölçülerindeki minik alanda en azından elim kolum bir yerlere çarpmadan hareket edebilirim diye düşündüm. Üst katla alt katı birbirinden ayıran bir şey olmadığı için evin içindeki tüm sesler ve kokular yukarı gelmekteydi. Ben de yogamı yaparken onları duymazdan gelmeye çalışmadım, ideal ortamı bulamadım diye şartlarla savaşmadım. Annem alt katta arkadaşıyla telefonda konuşurken ben nefes saymaktaydım. Bir ara babam odadan çıktı, sessizce yanımdan geçip aşağı indi. Hareketin gidişatı beni dibimdeki duvara götürdüğünde matın üzerinde kendimi ona göre ayarladım. Matlı yogadan giderek soğuyorum. Birkaç ay önce çok ince, çok hafif, gerçekten güzel bir Manduka mat aldım. Bir Shadowcu’nun en az ihtiyacı olan şey bir mat ama yine de seyahat ederken, veya yurtdışındaki kurslara giderken kolayca kıvrılıp şekilden şekile girecek bir mat elzem oluyor. Ne var ki bu mat, kaymasını istediğin zamanlarda da kaymıyor. Üstündeki ağır plastik kokusundan da kurtulamadım. Ama evdeki taş zemin bir nebze yumuşasın diye kullanmak gerekti. Kalebodur üstünde DizMorartan nasıl olacak diye merak ettim ama bir şey olmuyormuş. Mekânım dardı ama manzarası şahaneydi. Sabit ve seferi tüm 28günyogacılara selam olsun!

bod.jpg

 

Bir Yoga Günlüğü II: Gün 0

Geçtiğimiz Cumartesi günübirlik Bursa’daydım, Bursa Yoga Merkezi’nde iki bölüm olarak düzenlediğimiz Tao Vinyasa workshoplarının ikincisini vermek üzere. Hem teori ve felsefeyi tartışmaya, hem de pratik yapmaya bol bol zaman kaldığı için bu uzun dersleri çok seviyorum. Stüdyodaki dersler biraz espresso geliyor bana, zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorum. Bu Cumartesi de benzer bir ders için, çoook uzun bir aradan sonra memlekete gideceğim. Bakalım Angara’m benim için neler hazırlamış?

Bursa otobüsle bir buçuk saat sürüyor. Çok uzun zamandır otobüsle yolculuk yapmıyordum, kara yolculuklarını ne kadar sevdiğimi tekrar hatırladım. Uçak yolculuğu evet süper hızlı ancak tam da sindiremediğim bu çabukluk sebebiyle sersem gibi oluyorum her seferinde. Kıtalararası seyahatten filan da bahsetmiyorum burada, Antalya’ya bile gitsem aynı şey. Bir yerden ayrılmak, yola düşmek, yolda olmak, ve bir yere varmak, insanın sindirebileceği bir hızda gerçekleşmiyor uçakla olunca. Gezmeyi seven biri olarak bir uçağın içinde olmak bile beni heyecanlandıran, mutlu eden bir şey; ama böyle yolculuklarda derinden derine içimde mızmızlanan bir parçamın farkına varıyorum her defasında. Sesler, ışıklar, tenime değen her şey, çok fazla geliyor. Otistik spektrumun uçlarına doğru kaydığımı hissediyorum böyle zamanlarda. Bebeklerin, çocukların uçaklarda bu kadar huzursuz olmaları bence tesadüf değil. Daha açıklar, hassaslar, hissediyorlar. Bir şeyler ters. Bir şeyler çok hızlı. Birkaç hafta önceki Şirince kampında Defne Hoca ilk ders öncesinde şöyle bir açıklamada bulunmuştu: “İnsanın yürüme hızından daha hızlı olan her hareket bedenin vata dengesini bozar.”  O yüzden bolca ağırlaşacağımız, topraklanacağımız bir seri yaptırmıştı. Hızlı hızlı oradan oraya zıplayan zihinlerimizin sakinleşmesi için normalde yaptığımız hareketleri onda biri hızıyla yaparak zihni bedenle aynı zaman dilimine getirmeye çalıştık. Bu açıdan bakıldığında otobüs de en ideal seyahat aracı değil belki ancak bana en azından yola hazırlanmam, yol almam, yavaş yavaş gideceğim yere varmam için daha sakin bir ortam sundu geçtiğimiz Cumartesi. Bir yandan derste anlatacaklarımı düşünürken bir yandan da manzaranın keyfini çıkardım.

Dönüş yolunda Ramazan ayının ilk iftarı otobüse denk geldi. Şöför, muavin, ve görebildiğim kadarıyla otobüsün yarısından fazlası oruçlarını açarken benim de aklım geçen seneki Ramazan ayına gitti. Bloğu açıp eski yazıları okumaya koyuldum. Geçtiğimiz Ramazan ayı boyunca, ki yakıcı bir Ağustos ayına denk düşüyordu, Defne önderliğinde #28günyoga hareketine başlamıştık. Bizim elimizde olan araç burada yogaydı ama maksat aslında düzenli özen gerektiren hangi uğraşla ilgileniyor olalım, o uğraş uğrunda her gün önceliklerimizi ayarlayıp vaktimizi ayırmak yolunda bir disiplin oluşturmaktı.  O aralar, tıpkı şu sıralar gibi, ben de hayatımda önem verdiğim, eksiklikleri halinde huzursuz olduğum iki şey olan yoga ve yazıyı hayatıma daha düzenli katabilmek adına başlamıştım bu harekete. Ağustos ayı boyunca neredeyse sektirmeden yapıp yazdığım pratikler sonrasında bir de baktım ki harika bir yoga güncesi çıkmış. O zamanlar zihnim nelerle meşgulmüş, bedenim, nefesim nasılmış, nerelerde bir takım incinmeler varmış, her şeyi takip edebildiğim bir ufak tarihçe oluşmuş. Dönüş yolunda “Neden bir kez daha başlamayalım?” diye düşündüm ben de. Doğrusunu söylemek gerekirse, epeyce de düşündüm. Şu sosyal medya dehlizlerinde bir yoga iletisi daha olmuş, olmamış, ne fark eder dedim. Bana bile fenalık geldi bilgisayarı telefonu her açtığımda karşıma yogayla ilgili bir şeyler çıkmasından. Diğer bir çekincemse, zamanlama açısından aslında ‘hiç de iyi bir zaman’ olmaması böyle bir harekete başlamak için. Birkaç güne renkli haller sebebiyle ara verilecek. Ayın ortasında Gül Dirican ile bir kampımız var, ve sonrasında aile evinde geçirilecek uzun bir tatilim. Her şey bir yana, ayın aile evinde geçecek olan bu kısmı düzenli yogayı geçtim düzenli herhangi bir şey yapmam için bana tam bir sınav. Yeme içme düzeni, uyku düzeni, her şey tepetaklak. Günlük aile dinamikleri ve Bodrum’un kendine has rahatlığı içinde eriyip giden bireyselleşme çabaları.. Sonra baktım, tıpkı o zaman olduğu gibi, yine bir sürü insan çok hevesli böyle bir diyete girmeye. Belki düzenli yogaya, belki yazmaya, belki paylaşmaya, belki sessizden takip etmeye, belki de sadece bir şeyleri görmeye ihtiyaçları var. Ama bizi saran bu sosyal medya kalabalığı içinde giderek yalnızlaşan hayatlarımıza dair bildiğim bir gerçek var ki, doğru dürüst işler için kullanıldığında gerçekten bir dayanak ve destek mekanizması olarak çalışabiliyor bu meret. (Bkz. 4 yıl önce bugün) O yüzden karar verdim, ‘ideal’in peşinde koşmadan, nasıl hissettiğimden, önümde yatan günlere dair önyargılarımdan bağımsız, atlayayım bu trene yeniden bir vagonundan. Sonrası kim bilir nereye götürür?

Bugün sabah yogamı yaptım ama, haydi #28günyoga için ilk gün yarın, 30 Mayıs olsun.

train
Trans-Sibirya. Bir hayale niyet olarak şurada dursun.

Bir Yoga Günlüğü: Gün 21-26

İnsanoğlu kuş misali sevgili günlük. Geçtiğimiz Pazar günü dört günlüğüne Doğu Karadeniz’e gittim. Dönmez olaydım dediğim çok oluyor.

Turkcell’den gına geldiği için Temmuz başında Vodafone’a geçmiştim. Yüksek yüksek tepelerde Turkcell çekerken benim Vodafone çekmedi, çok da güzel oldu. Fırsat buldukça telefona 28günyoga’nın gidişatına istinaden minik notlar aldım. İşte son 5 gün.

21 Ağustos Pazar – Gün 21

Sabah kalkıp çanta hazırladım. Yolculuk günleri üzerimde bir stres oluyor hep. Bir şeyler “kaçıyor, kaçıyor, kaçtı!” hissi. Kahvaltıdan sonra bir süre daha evin içinde ne yapacağımı bilemez halde dolaştım, içimi yolculuğun heyecanı sardı. Sonra da çıkıp Cadde’deki Yin dersime gittim. Dersin teması zaten Cuma günkü hamam sefasıyla beraber belli olmuştu: alma ve verme arasındaki o hassas denge. Yin dersleri bu temayı işlemek için biçilmiş kaftan. Harika bir ders oldu. Sonrasında hemen eve dönüp hazırlandım ve havalimanına doğru yola çıktım.

Yolculuk oldukça rahat geçti. Uçak vaktinde kalktı, vaktinde inmek üzereydi. Gece uçacağım nasılsa bir şey göremem bari rahat edeyim diye cam kenarını değil koridor kenarını almıştım, meğersem muhteşem bir şimşek gösterisi beni bekliyormuş. Görsel bir şölen oldu adeta. Hatta öyle bir şölendi ki, yere konuş saatinden 5 dakika önce uçağın OrGi’ye (sonradan ismini değiştirdiler ama bir vakit Ordu-Giresun havalimanının ismi buydu evet) değil Trabzon’a ineceğinin anonsu geldi. Okuduğum kitaptan başımı kaldırdım, uçağın varış heyecanı içimi sarmalamışken Trabzon ismini duymamla beraber gülümseyip kitaba devam ettim. Yapacak bir şey yok. Bir de Trabzon bileti pahalı diye OrGi’ye almıştım, hahaha! Ben kaderin bu cilvesine içimden güledurayım anonsu takiben uçağı kontrolsüz bir panik sardı. Sanırsın Lost. Ben oldukça sakinim ama sinir sistemi dediğin sosyal bir iletişim ağı, çevredekilerin tepkileri bulaşıyor. Koridorun diğer yanında oturan insanlar ağlayıp feryat figan ettikçe benim de içimden bir tahammülsüzlük dalgası kabardı, kendimi yatıştırmaya çalıştım. Anonstan beş dakika sonra da yere konduk zaten. Sonrasında bizi epeyce bir süre uçağın içinde, bir bilgi vermeden beklettiler. Sonra kapıyı açtılar, isteyenler Trabzon’da inebilir, biz yakıt alıp bekleyeceğiz, Ordu-Giresun’a tekrar inmeye çalışabiliriz, inemeyedebiliriz, orada hava düzelir mi düzelmez miii,  gibi muğlak cümleler kurdular. Pilotların sesleri bir seçilme kriteri mi bilmiyorum ama normalde karizmatik ve otoriter ses tonlarından ötürü bu tarz durumları kontrol altına alıp yolcuları teskin edebiliyorlar. Bizim pilotun biraz toy bir sesi vardı, uçağın içinde anonsun sesi de normale göre kısıktı, o yüzden kimse pilota güvenemedi. Ben de Trabzon’da indim. 1 saat Havaş bekledim, 2 saat sonra da Giresun’a vardım. Pazar günü yogasız geçti. Kaza yogasına +1 ekledim.

22 Ağustos Pazartesi – Gün 22

Çamlıhemşin’e doğru yoldayız. Giresun’dan gelmek zaten epey bir vakit aldı. Çinçiva’da muhlama ve çay yuvarladıktan sonra Tar şelalesine doğru yola çıktık. Arabayı parkedip şelale patikasına girdik. Şelale oldukça haşmetli ve insanı ürkütüyor. Ancak önünde oldukça büyük ve doğal bir havuz oluşmuş. Yer misin yemez misin? Çığlık ata ata suya girdim valla! Aslında suyun kendisi o kadar soğuk değil ama şelalenin bir rüzgarı var, insanı epey üşütüyor. Sudan çıkınca vücudum içeriden sobayı yakmışsın gibi ısınmaya başladı. Hava kararmaya başlarken biz de geri döndük. Ayder Yaylasına çıkışımız ve Oberj’e gelişimiz tam yemek saatine denk geldi. Sağolsunlar bizi beslediler. Sabahtan akşama kadar yollarda geçen bu günde de yogamı yapamadım ey karavan. Bugünü de yaz haneme. 

23 Ağustos Salı – Gün 23

Kahvaltı sonrası güneş altında yaylaya nazır mayıştıktan sonra biraz ayak bileklerimi ısıtacak bir şeyler yaptım Oberj’in verandasında. Biraz ayak parmakları ucunda çökme kalkma. Bugünün yogası bu kadarcıktı. Ama bugünün devamında beni bekleyenler aslında yogamın bir parçasıydı.

Öğleden sonra bizi Kavron yaylasına götürecek olan dolmuşa bindik. Yol 45 dakika sürdü sanırım. Böbrek taşı düşüren cinsten. Sağa sola patates çuvalı gibi sallana sallana Kavron’a vardık. Gökay Kavron Yaylasından biraz daha yukarı yürüyerek güzel göllerin olduğu bir yere gideceğimizi söyledi. Ben beni neyin beklediğini bilmediğim için bana sunulan her türlü programa fitim. Göllerin olduğu yere gidip geri geldiğimizde Ayder’e dönen son dolmuşa yetişemeyeceğimizi anlayınca bir pansiyon bulup yola koyulduk. Rehberim bana çok fazla detay vermekten bilerek kaçınarak bahsettiği göllerin “şu tepenin ardında” olduğunu söylemekle yetindi. Şu tepenin ardına gitmek içinse neredeyse 3 saat 4 km boyunca yokuş yukarı yürümek gerektiğini tabii ki yaşayarak öğrendim. 4 km’nin 3 saatte yürünebildiği bir patikanın zorluk derecesini okurun hayal gücüne bırakıyorum. Tur tanımlarında bu rotanın zorluğu orta olarak geçiyor. Zaten aşağıdan baktığında veya yürürken de o kadar zorlu gözükmüyor, ama o yolun “git git bitmiyor” oluşu, “bu çıkışın bir de inişi var” meselesi ve tüm yolculukların favori sorusu olan “ne kadar kaldı?” sorusunu düşünmemeye çalışmak, zihinsel olarak oldukça yoruyor. Süre böyle bir ortamda gerçekten bağımsız, uzay boşluğunda bir kavrama dönüşüyor çünkü. 

IMAG3735

Patika aslında oldukça büyüleyici. Sürekli minik minik derelerin üzerinden geçtiğin, yolda otlayan möö’lere yol verdiğin, çoğunluğu yemyeşil bir rota. Peşine bir tur kafilesi takmış kocaman bir çomar bile gördük. Bu tarz yürüyüşlerde anladığım kadarıyla kilit nokta nabzı sabit ve mümkün olduğunca düşük bir seviyede tutup gerçekten bir emmi hızıyla yürümek. Gökay’ın gösterdiği hızda gidersem hiç bitmeyecek gibi geliyor yol, ister istemez acele ediyorum, acele edince sürekli nefes nefese kaldığım bir yerde oluyorum. Her işte olduğu gibi bu işin de bir yordamı var, ve uygulamaktan kaçındığın veya öğrenmeye direndiğin ölçüde yoruluyorsun. 

IMAG3744.jpg

Bu çapta bir trekking teşebbüsüne ilk kez atılıyorum. Doğada yürümeyi hiç bilmediğimi bundan önceki birkaç kısa yürüyüşten anlamak zor olmadı. Önümde yürüyen Gökay’a baktığımda onun neredeyse adımını atacağı yere pek de fazla bakmadığını fark ettim. O sürekli etrafa, manzaraya bakıyor, bizi çevreleyen güzelliğin tadını çıkarıyor. Yürüme işini bacaklarına bırakıyor. Bense sürekli önümdeki patikayla sıkı bir muhabbet halindeyim: şu ayağımı buraya atsam, öbürünü de şunun üzerinden, hah şurda taş var yuvarlanabilir ona basmayayım, falan filan diyerek. Ayaklarımı nereye atacağım tamamen zihnimin himayesinde. İlk tecrübem olduğu için normal belki ama işte her deneyimden bir ders çıkarmak mümkün. Benim genel olarak bu yolculuktan çıkardığım ders, bacaklarıma hiç mi hiç güvenmediğim oldu. Nasıl kaya tırmanışında bir ayağım sıkı sıkı kayaya tutunurken o bacağa güvenip de yükselemiyorsam, burada da bacaklarımdaki kuvvetin bana yeteceğine dair hiçbir inancım yok. Üstelik Shadow Yoga her şeyden evvel seni bacaklarından yukarı doğru güçlendiren bir pratik. Kendi yogam sırasında yaptığım şeyler çoğu zaman tipik bir yoga pratiğinden ziyade bacak çalışmasına ayrılmış özel bölümlerden oluşuyor. Eskiye oranla güçlendikleri muhakkak. Zaten bundan çok değil üç sene önce bırak üç saat bayır yukarı yürümeyi, evden Bostancı’ya yürüyene kadar dizlerim ağrıyordu. Ama herhangi bir bölgenin güçlenmiş olması orada oluşan gücün tam olarak nasıl kullanılacağı veya tam kapasite kullanıp kullanılmayacağına dair bir şey söylemiyor. Bu çok acayip bir şey.

Yürüdükçe yukarılarda Kaçkar Dağlarının tepeleri bulutların arasından bize kendini göstermeye başladı. Benim kendi zirvemse ilerde bakınca gördüğüm ve Gökay’ın göllerin “şu yuvarlacık tepenin hemen ardında” olduğuna söz verdiği tombul kayanın orası. Gerçekten de oradalarmış 🙂 Karşımıza çıkan ilk gölün adı Karadeniz Gölü. Gerçek değilmiş de copy-paste’miş gibi görünüyor. Etraftaki güzellikler gölün durgun sularından geri yansıyor. Göle nazır çayırın üzerine kendimi bıraktım ve bir süre öylece hareketsiz yattım. Gerçekten çok yorulmuştum. Orada çok kalmadık, biraz daha ilerledikten sonra yine bir başka buzul gölü olan Çengovit Gölü’ne geldik. Elimizdeki telefonlarla bu güzelliğin resmi ancak bu kadar oldu. Bir süre sonra bulutların hepsi dağıldı ve bu görüntünün ardında Kaçkarlar tüm haşmetiyle kendisini gösterdi. Bir süre bu gölün kıyısında oturup bir şeyler atıştırdık, dinlendik. Burada, ve belki de kilometrelerce çevremizde, başka kimse yok.

IMAG3759.jpg

Vee dönüş yolu! Batan güneşe nazır, harika bir yürüyüş oldu. Dönüşte yol daha hızlı ilerliyor olmasına rağmen sanırım yine de 2 saat sürdü. Sonlara geldiğimizde bacaklarımda derman kalmadığını hissetmeye başladım. Yokuş aşağı dizler için tam bir sınav oldu. Yol tamamına erip artık Kavron Yaylasına geri döndüğümüzde, çıkarken karşılaştığımız çoban köpeğini tekrar gördük. Köpekleri görünce gerçekten kim olduğumu unutuyorum sanırım. Son birkaç dakikadır sızlanmakta olduğum yorgunluk sanki hiç olmamış gibi kendimi köpeğin peşinden güle oynaya yemek yiyeceğimiz yere doğru yürürken buldum. Yürürken elim sırtına deyiyor, o kadar kocaman bir kuçu! Ben pansiyonun önündeki bir sandalyeye çöktüm, o da bana patisini verdi. Bir süre böyle sevgi alışverişinde bulunduk. Sonra o kendi yoluna gitti, ben de yemeğime gittim.

IMG_5275.JPG

24 Ağustos Çarşamba – Gün 24

Sabaha Kavron’da uyandık.

IMG_5285.JPG

Kahvaltı sonrası yine çalkantılı bir dolmuş yolculuğu ve tekrar Ayder. Oberj’de biraz dinlendik, dış dünya ile senkronize olmaya çalıştık. Telefon yeniden çekmeye başlayınca patır patır maillar, mesajlar, güncellemeler düştü. Ardından Türkiye’nin önceki gece yarısı Suriye’ye girdiği haberini gördük. Nasıl bir memleketse 24 saat kendi haline bırakmaya gelmiyor arkadaş!

Yola koyulmadan evvel, ne yalan söyliyeyim büyük ölçüde Gökay’ın baskılarına dayanamayarak otelde kendime yoga yapabileceğim bir yer arandım. Bembeyaz çarşafların kurumak üzere asılmış olduğu ufak taş terası kendime uygun görüp, orada hazır bekleyen süpürgeyle biraz yerleri temizleyip, ardından uzuun uzun güzel bir pratik yaptım. Bütün yogam boyunca arkada bir yerlerde müzik çaldığını en son yere oturunca fark ettim. Dünkü çılgın yürüyüşten sonra yine oldukça meraklı bir yoga oldu. Bakalım bu nasıl olacak, bakalım şu olacak mı. Apana vayu teorisi bence artık kanıtlanmış oldu. Yine yoğun bedensel aktivitenin ertesi günü, ve yine bedenin arkası açık, alın kaval kemiklerine değiyor. Tesadüf olamaz. Mayura’da uzun uzun kaldım, üstüste birkaç tane kol dengesi çalıştım. Dünden sonra dizlerimde herhangi bir ağrı olmaması beni çok sevindirdi. Neredeyse öpecektim dizlerimi. Öpmeliydim belki de.

Yogadan sonra yola çıkıp Makrevis’e gittik. 29 Eylül – 2 Ekim tarihleri arasında Gökay’la birlikte burada bir kamp yapacağız. Sabah akşam yinli yanglı yoga dersi ve aralarda da Gökay bizi her gün başka bir diyarda yürüyüşe götürecek. Kamp süresince bizi misafir edecek Makrevis Pansiyon’a uğradık. Pansiyonun sahipleri Meryem ve Hemşin Hanım’la uzun uzun sohbet ettik, sağolsunlar beni bir güzel yoğurtlu yaprak sarmayla doyurdular. Üzerine de mis gibi çay. Bu ahşap konak en az yüz yıllık. Yoga yapacağımız alan da eskimiş ve artık yumuşacık olmuş ahşap parkeleriyle mis gibi kokuyor. İstisnasız her pencere delicesine bir yeşilliğe bakıyor ve aşağılarda çağlayan Fırtına Deresi’nin sesi kulaklardan hiç eksik olmuyor. Konakta bir süre gezinip içeri süzülen güzel bir ışığı yakalayınca fotoğraf çekmekten kendimizi alamadık. Kampa dair daha detaylı bilgiyi Facebook etkinlik sayfasından veya ana sayfada Yoga bölümünün altında Kamplar kısmında bulabilirsiniz.

IMG_5375.JPG

Buradan Çinçiva’ya, Alaf Pansiyon’a doğru geldik. Burada mutfakta istediğin gibi kendi yemeğini yapabiliyorsun. Şanslıydık ki içeride pişmekte olan nefis bir mantı vardı menüde! Soslarını da hazırladıktan sonra yemeye koyulduk. Bir süre balkonda oturup sohbet ettik. Ertesi sabah 5’te yola koyulacağımız için de erkenden yattık.

25 Ağustos Perşembe – Gün 25

Dönüş günü. Gönülsüzüm. Gerçekten hiç ama hiç dönmek istemedim. Saat 9’a doğru yine Giresun’a vardık. Havalimanına gelip çantayı almak üzere arabanın kapısını açmamızla beraber benim uçağın yaklaşık 1 saat rötar yaptığını duyduk. İçeride yapacak bir şey olmadığı için tekrar arabaya binip ne yapsak diye bir süre düşündük. Sonra da Ordu yakınlarında bir plaja gidip denize girdik! Bu Karadeniz havası bir acayip. Yoğun bir bulut tabakasının ardında zar zor belli olan bir güneş var, buna karşın hava felaket sıcak ve boğucu. Böyle havaya ‘alamuk’ deniyormuş. Yine de su çok güzeldi.

Bu seferki yolculuk olaysızdı diyeceğim ama inişe doğru beni bile biraz panik edecek kadar sallandığımız bir yolculuk oldu. Gökay bir keresinde türbülans için “bozuk asfalt gibi düşün” demişti, ben de öyle düşünüp kendimi rahatlatmaya çalıştım. O sırada elimde olan Bir Çift Yürek’in son sayfalarında Aborjinlerin ölümle olan ilişkisinin anlatıldığı bir bölümdeydim. O an uçakta olup bitebilecek hiçbir şey benim kontrolüm dahilinde değildi, ve uçak sağa sola sallandıkça elimi kolumu uzatıp bir yerlere tutunmam bile aslında çok anlamsızdı. (Devamlı okur buradan tırmanış  maceramdaki ellerle tutunma çılgınlığımı hatırlayacaktır. Çok da farkı yok aslında) Ben de ellerimi kucağıma bırakıp koltukta sallanırken varlığına inandığım o güce doğru kendimi serbest bıraktım. Ölecek olursam mutsuz, bezgin veya tatminsiz değil de gerçekten keyif aldığım bir hayatımın olması beni rahatlattı. Mümkünse ölmemeyi diledim tabii 🙂 Bir ara en çok korktuğum ve sonunda bana işimden istifa etme cesareti veren idrak da buydu: “Yarın ölürsem, mutsuz öleceğim!” Bazı şeyler aslında çok basit. Hayatından memnun değilsen değiştirmek zorundasın.

Uçak Sabiha’ya iner inmez telefondan otobüs saatini kontrol edip yine maalesef koşar adımlarla çıkışa doğru yöneldim. Otobüsü yakalayıp eve geldim. Saat 2 olmuştu. Sabahın 5’inde başlayan araba yolculuğu, üzerine sallantılı uçak seyri, biraz da İstanbul otobüsleri derken kafam gerçekten jet lag gibiydi. Akşam 5’teki dersim için yine birazdan çıkacağım evden. O kadar yorgunum ki. Bir yirmi dakika kestirip duş aldım, saçımı bile kurutamadan evden çıktım. Bundan sonra da yolculuk sonrasında yoga dersi vermemeye dair zihnime bir not koydum. Dersten dönünce biriken işlerle uğraştım. Geç oldu ve yattım. Kaza yogasına bir tane daha ekledim.

26 Ağustos Cuma – Gün 26

28günyoga meğersem 26gün yoga olacakmış benim için ey karavan! Sabah benim ‘renkli’ halim başlayınca, dürüst olayım, içimden kocaman bir oh çektim. Son birkaç günde sektirdiğim günler olmuştu ama artık kazanılmış, hak edilmiş bir tatilim var doyasıya kullanabileceğim! Duruma göre bir 4-5 gün sonra yeniden dönebilirim yogama. Ama bundan sonrası sessiz ve gözlerden ırak bir şekilde olacak. Zaten ertesi hafta İngiltere’ye gidiyorum. Birkaç gün Londra’da kalıp oradan Shadow Yoga kursunun yapılacağı minik kasabaya geçeceğim. Büyük buluşma geldi çattı bile!

Ağustos ayının başından beri niyet ederek koyulduğumuz bu macerada pek çok kişiyle birlikte yol almak benim için sürecin en keyif veren kısmı oldu. Bu niyet ayının bize öğrettiği şey aslında ‘istersen olabildiği’. Düzenli bir şekilde yoga yapmak da, yazı yazmak da, benim için son dönemlerde oldukça zorlandığım şeyler olmuştu. Ufak tefek aksaklıklar hariç bence güzel bir yol aldım. Bundan sonra ay halimin karanlık köşelerine çekilip biraz gözlerden ve sosyal medyadan uzak yaşama niyetindeyim. Yolculuğu beraber paylaştığım herkese gönülden binlerce teşekkürler!

#yogayadevam!