Başımı çevirdiğimde Mehmet Hoca’nın kütükleri bir kademe daha yükselttiğini farkettim. Karşımda, tüm basitliğiyle, bir zamanlar sarı beyaz boyalı olan, pek çok atın nalları altında darbe aldığı her halinden belli, x şeklinde karşılıklı duran iki emektar kütük, bana bakıyor. İçimden yükselen korku girdabını yenmek için bir tur daha atmaya ihtiyacım olacak, ama önce biraz nefeslenmem lazım. Durduğumuzda, bacaklarımla sımsıkı tutunduğum heybetli gövdenin yaydığı yoğun sıcaklık dondurucu soğukla birleşince, her ikimizi de içine alan bir buhar bulutu yükseliyor. Bebita’nın kişnemesiyle beraber yeniden dört nala kalkıyorum, Mehmet Hoca da bir yandan elini havada döndürerek “sallanma!” işareti yapıyor. Ben hariç herkes sabırsız. “Bu gidişle yarın sabaha atlarsın sen!”
Kendimde o cesareti bulamadığım için manejin etrafında attığım üçüncü tur oldu bu. Manejin açık kapısından içeri giren ışık aklımı çelmek üzere. Tüm bu işkenceyi bırakıp dışarıda güneşin altında sakin sakin dolaşmak istiyorum. Bebita beni cesaretlendirmek istercesine kafasını sağa sola sallayıp daha da hızlı gitmeye başlıyor.
“Hocam, az önceki yükseklik daha iyiydi sanki?”
Nefes nefese son çırpınışımı yapıyorum, Mehmet Hoca’ya sökmüyor, bakışları net, eliyle engeli gösteriyor. Engelin önünde yerde duran diğer kütüğe bakarak hızımı ve atın adımlarını hesaplamaya çalışırken alnıma kocaman, buz gibi bir su damlası düşüyor tavandan. Hesabımı baştan alırken cebimden çıkardığım mendille alnımı siliyorum.
“Hocam ama ben daha önce hiç bu kadar yüksek – “
“ATLAR MISIN?!!” Mehmet Hoca’nın tahammül sınırına yaklaştığı ses tonundan belli oluyor. Pes ettim.
Engeli karşıma alırken bir yandan da dizginlerin gerginliğini ayarlamaya çalışıyorum ama eldivenin içinde donmuş olan parmaklarıma hükmetmek pek de kolay değil. Bebita’nın sabit ayak sesleri zihnimin peşisıra ürettiği felaket senaryolarını biraz olsun bastırıyor. Yerde duran kütüğe bakıp hızımı biraz azaltıyorum, Bebita’nın kahverengi kulakları arasından görünen engel nedense artık korkutmuyor. İki kusursuz fuleden ve Bebita’nın havada asılı kaldığı birkaç uzun saniyeden sonra yeniden yeryüzüyle birleşiyoruz. Arkama baktığımda iki kütüğün de yerinde durduğunu görüyorum. Bedenimin üst kısmını hafifçe eğerden kaldırarak öne, Bebita’nın yelesine doğru eğilip iki elimle boynuna sarılıyorum. “Aferin kızıma!” diye fısıldıyorum, o yumuşak, kahverengi kulağa doğru. Bebita, kafasını sallıyor.
19 Ekim 2011

bu yazıyı daha önce de okumuştum. şimdi sevdiğim bir kitabın en tatlı bölümü gibi yeniden okudum. sanırım bir başka blogun daha vardı ki paşa dedenden falan bahsediyordun. o yazıyı da pek beğenmiştim. yazım kalitenden dolayı tebrik ederim.
BeğenBeğen
İlhan çok teşekkür ederim! Sanırım bahsettiğin diğer yazı şu olmalı: https://pinarustun.wordpress.com/2015/01/20/yunan-muzigi-ve-olmayan-memlekete-ozlem/
BeğenBeğen
rica ederim – ve evet bahsettiğim yazı linkte ki yazı… günün yorgunluğunu anlatır atlatmaz hiç okumamış gibi tekrar okuyacağımdan emin olabilirsin…
BeğenBeğen