Bugün sabah güneşin doğumuyla kendiliğinden uyandım ve sabah ritüellerimi yaptıktan sonra yogama koyuldum! diye başlamayı çok isterdim bu yazıya sevgili sangha. Öncelikle, güneşin doğumuyla uyanmadım. Alarm 05:20’de çaldığında odanın içinde grili mavili ışıklar vardı. İçimdeki o çok cılız sese yine tutunamadım, yine tutunamadım. Kızıla çalan pembeler içinde saatler ilerlerken, sol koltuk altımda elime bir kitle gelmesi üzerine paniklediğim bir rüyadan, yatak odasının pencerelerinin baktığı apartmandan birinin bir halı silkelemesi üzerine uyandım. Uyandığımda yatakta enlemesine yatıyordum. Hiç düşünmeden elim koltuk altıma gitti, rüyadaki hisleri arandı. Bulamayınca rahatladı. Yoga odasına geçtiğimde saat 8.30’du.
Dün gece yatakta kafamdan ikinci prelüdü tekrar etmiştim. Bir ara prelüd düşünmekten uyuyamadığım bir zaman vardı itiraf edeyim. Bundan birkaç sene öncesine tekabül ediyor. Hangi hareket nerden başlıyor, hangisinin adı neydi, gizli ipuçları neydi, diye diye kafamdan serileri tekrar ederken heyecandan uyuyamıyordum. Bu ‘mental imagery’ yani zihinsel imgeleme denen şeyin aslında psikolojide de hatırı sayılır bir yeri vardır. Vaktiyle (üç sene olmuş) bir cognitive psychology ödevim için bu konuyu araştırmıştım. Uzun uzun buraya bilimsel çalışmaların bir özetini aktarmak isterdim ama belki başka zaman. Özetle, işe yarıyor sevgili sangha. Bir şeyi fiziksel olarak yapmanın tam olarak yerini tuttuğu söylenemese de, insanın zihninde kendini bir şey yaparken canlandırması, neredeyse gerçekteki aktiviteyle benzer kas fonksyonlarını çalıştırıyor ve beynin benzer köşelerini aktive ediyormuş. ‘Yapmış kadar oluyoruz’ yani bir anlamda. Yogamızın yerini alsın diye değil bunu anlatışım elbette, ama serileri içselleştirmek için oldukça elverişli bir teknik. Öbür türlü ay şimdi ne geliyordu, bundan sonra ne vardı, sağ mıydı sol muydu, dur bir notlarıma bakayım, dur bir app’i açayım diye diye bütünlüğü kopuyor yapmaya çalıştığımız şeyin.
Evet ikinci prelüd diyorduk. Her şeyi göz önünde bulundurursak, güneşe selamlara kadar iyi gitti diyebilirim. Ama o buz tutmuşluk, dokuların birbirine yapışmışlık hissi yine orada. Vaişaka’da, ashvata’da kuyruğumu aşağı uzatmaya çalıştıkça hissediyorum içerden. Sarpa’da alışkın olduğum yere inmiyor gövde, yüksekten çalışıyorum. Ne zaman sol bacak geride, sağ bacağım önde arda bujanga’ya girdim, anladım ki buradan sonrası gelmeyecek. Bir süre bir yolunu arandım, boşa koydum dolmadı, doluya koydum almadı. Leğen kemiğimle bacak kemiğim arasında birileri halat çekme oyunu oynuyor gibiydi, hayır bizimle kalacak, hayır burada duracak, hayır burada, hayır hiçbir yere gitmiyor! Gençler bana müsaade diyerek yavaşça sıyrıldım pozdan, yerdeki hareketlere. Basit ve hafif bir seri ile tamamladım. Yerde sessizce otururken odaya ve içime kuş sesleri hücum etti. Demek kafamın içindeki gürültüden hiçbirini duymamışım hareketleri yaparken.
Yogam bittiğinde elime çayımı alıp huşu içinde kuş seslerini dinlerken püfür püfür esen sabah rüzgarında balkonda günlüğümü yazmaya koyuldum diye bitirmeyi çok isterdim bu yazıyı sevgili sangha. Ne var ki, evi süpürdüm. Evi süpürmemek gibi bir seçeneğim kalmamıştı. Zaten balkonum da yok. Ama süpürmem bittiğinde keten tohumlu ve chialı mis bir avokadonun eşliğinde çayımı yudumladığım doğrudur, yaşanmıştır.
😄
Sent from my iPhone
>
BeğenBeğen