Bir Yoga Günlüğü III: Gün 7&8

Siz hiç Camel’ın Ice şarkısını dinlediniz mi? Şu an evdeki kısıtlı yalnızlığımın tadını bu şarkının eşliğinde çıkarıyorum. Her dinleyişimde içimde garip şeyler oluyor.

Bugün yine ikiledim sevgili sangha. Dün pek içimden gelmedi yazmak. Ama ne var ne yoksa okudum. Okuduklarım sonucunda içimde kabaran tüm duygulara da yapılabilecek en iyi açıklamanın yine bizim blog yazarlarından birinden geldiğini gördüm. Tansel’in çoklu kişilik bütünleşmesi tespitine tamamen katılıyorum. Ben de benzer yöndeki hislerimi anlatabilmek için birtakım sözcükler peşindeydim. Kendi yaşadıklarımın önemsizleşmesi, sadece bende olduğunu sandığım defoların anonimleşmesi, hatta defo olmaktan çıkıp ortak bir insanlık ve beşerilik paydası haline gelmesi, kafamda yeni kapılar araladı. (Ice’ı loopa aldığım için ekrandaki imleç bir süredir yerinde sayıyor..)

Hızır’daki kampımız için evimden ayrıldığım üçüncü haftanın içindeyim. Yavaş yavaş sıla hasretinin, kendi düzenimi aramanın getirdiği huzursuzluk vrittileri baş göstermeye başladı. Bu vrittileri iyi tanıyorum. Çelişkili gibi görünse de bu hal Pınarca’da şu duruma tekabül ediyor: bir yerinde duramama hali ile ne yapacağını bilememekten ötürü hiçbir şey yapamama hali. Dinamik araf. Yerçekimsiz ortamda salınım. Kendi kendinden beslenen bir atalet. Yerçekimim yerine geçebilecek olan yogamdan kısa bir süre mahrum kaldım evet, ama aslında yapabileceğim çok şey vardı. Fiziksel boyutuna ne kadar çok önem verdiğim son dönemde anlaşılan yogamı modifiye edebilirdim. Sabah erken kalkıp evin içinde belirlediğim bir köşede veya bahçede sessizce oturabilirdim örneğin. Her gün aynı saatte samapada’ya geçip, hocamla ve sanghamla temas kurup, beş dakika orada durup, sonra ellerimi göğsümde kavuşturarak emeği geçen tüm arkadaşlara şükranlarımı sunduğum bir kapanışla yogamı sona erdirebilirdim. Ve bu görünüşte hiç fiziksel aktivite içermeyen beş dakika, bana bir buçuk saat boyunca burnumdan ter damlayarak vardığım bir yoga sonrası vecd halini yaşatabilirdi tastamam. Ama yapmadım.

Yapmadım.


 “Doğru yolda” diye bağırdı usta, “amaç güdülmez, yarar beklenmez! Hedefi vuracağım diye ne kadar çabalarsanız o kadar başarısız olursunuz, amaçtan o kadar uzaklaşırsınız. Bir şey başarma tutkunuz yolunuza dikilmiş bir engeldir! Kendiniz işe karışmadan bir şeyin olamayacağını sanıyorsunuz.”

“Ama siz bana defalarca demiştiniz ki” diye atıldım, “okçuluk bir zaman değerlendirme oyunu, amaçsız bir eğlence değil, bir ölüm kalım meselesidir!”

“Yine de öyledir derim. Biz okçu ustaları bir atış – bir can deriz. Siz bunun ne demek olduğunu şimdi anlayamazsınız ama aynı düşünceyi anlatan şu benzetme belki size yardımcı olur. Biz okçu ustaları deriz ki: Yayın yukarı ucuyla okçu göğü deler, aşağı ucunda ise bir ipek ipliğe bağlı olarak yeryüzü asılıdır. Atış sırasında sarsıntı güçlü olursa bu ipek iplik kopabilir. Bir amaç güdenler ve kaba güce güvenenler için bu kopuş kesindir. Bu kişiler yerle gök ortasında orta yerde çaresiz çırpınır dururlar.”

“Peki ne yapmalıyım?” diye üzülerek sordum.

“Sabretmeyi öğrenmelisiniz.”

“Peki bu nasıl öğrenilir?”

“Kendi kendinizden kurtularak, amaçsız bir gerilimden başka bir şey kalmayıncaya dek kendinizle ilgili her şeyi geride bırakarak…

Zen ve Okçuluk, Eugen Herrigel. Yol Yayınları, sf. 54-55.

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 5&6

Dün akşam doktordan eve döndüğümüzde babam bana güzel bir cin tonik yaptı. Kendine de viski koydu. Karşılıklı içerken bir baktım sarhoş olmuşum. Günlerdir de ilaç alıyorum diye ağzıma bir şey koymuyordum. Doktordan güzel haberlerle gelince ilaç milaç dinlemedim, kendimce bir kutlama havasına girdim. Buraya geldiğimden beri neredeyse sürekli yatar vaziyette olduğum için tatilimin ancak başlıyor olduğuna kanaat getirdim ve beni çarpana kadar tonikli cinimi yudumlamaya devam ettim.

Öğleden sonra hastaneye vardığımızda, önce meme, sonra da ortopedideki kontrol randevularımı beklerken fırsattan istifade gidip MR raporumu aldım. MR raporunda kalçamla ilgili çok bir şey yazmamasının yanısıra sol overdeki kistimden tut vajinal tampona dair hakkımda görülebilecek her bir şey yazıyordu. Pes! Ortopediste bile açıklamasını yapmak zorunda kaldım, ben ne bileyim? Her neyse. Raporda ödem bile yazmıyor oluşu ilginçti. İnsan çektiği acılara karşılık gelecek tıbbi bir bulgu beklentisine giriyor sanırım ama bedenin tam olarak nasıl işlediği hakkında çok da bir fikrimiz yok bence. Son dört gündür giderek iyileşiyorum, bugün biraz yüzdüm. Galiba insanın kendisine güvenebilmesi için önce başka birisinin ona güvenmesi gerektiği gibi, beden de ‘otorite’ kabul ettiği bir takım şahıs ve teknolojiler sonucunda bir şeyinin olmadığını duyunca daha mı çabuk iyileşiyordur nedir? Bir hafta kadar daha genel olarak yatay pozisyonumu çok bozmayarak yavaş yavaş yogama dönmenin hayallerini kuruyorum.

Shadow ailemizin süper ananesi Çağlayan, geçtiğimiz yazılarımdan birinin altına ‘ödem geçer, yazı kalır’ şeklinde bir yorup yapıp, daha sonra kendi yorumunu ‘ödem geçer, yoga kalır’ şeklinde güncellemiş. Bundan çok değil beş gün önce, ağrıların en şiddetlendiği ve elimi attığım zaman sol pubik kemiğimin üstünde fındık tanesi kadar bir kitleyle karşılaşıp hazreti gugılda deliler gibi kasık fıtığı arattığım o buhranlı gecede göz yaşlarımın arasında Defne Hoca’yı mesaj yağmuruna tutmuştum. Çok korkuyorum, çok korkuyorum! O da neden korkuyorsun? demişti. Tam olarak neden korkuyordum? Mesela, diyelim, yürüyememekten mi? Kalıcı hasar olmasından mı? Hadi kalıcı hasar olmadı diyelim bedenimin eskisi gibi olup olamayacağından mı korkuyordum? Hayır ben o gece savunmasız bir çocuk gibi içli içli ağlayıp yoga hayatım bitti diye korkuyordum. Bitti. Bir daha ne eskisi gibi yoga yapabileceğim, yoga yapamayacağım için de öğretemeyeceğim. Öğrencilik hayatım da, öğretmenlik hayatım da bitti. Bitti. Kendine yeni bir hayat seç. Benim ‘biterse diye korkuyorum’lu cevabımın üstüne çok kısa bir typing.. ve ardından kafamdan odunla vurulmuşa döndüğüm cevap geldi: Nefes alan her canlı yoga yapabilir. DANK.

Şimdi burada biraz duralım. Epeeeyce bir duralım.

Nefes alan her canlı yoga yapabilir.

Nefes alan her canlı yoga yapabiliyorsa ve bu durumda ben kalçamdaki bir incinmenin yarattığı (iç sesim yazıya müdahale ederek ama hatırlasana ÇOK acıyordu diyor) korku ile bir daha yoga yapamayacağım diye sızlanıp duruyorsam demek ki ben yogadan hiçbir şey anlamamışım. Zaten Pazartesi’den bugüne kafamın içinde bir yazıklar olsun! pankartıyla geziyorum, o ayrı. Evet, anlamamışım demek. Belki buna benzer bir sözü daha evvel başka öğrencilerime söylemiş, binlerce defa yazmış, zihnimin içinde bir yerlerde ‘yoga fizikselin ötesinde, beden sadece bir araç, performans yapmıyoruz, şekil önemli değil’ şeklinde laflar savurmuşumdur. Ama ‘anlamamışım’ demek ki. İdrak etmemişim. Bu bilgi zihnimde beylik bir bilgi olarak kalmış, bedende kavramamışım. MR sonuçlarını söylediğimde David Hoca da alim Çağlayan gibi ‘şimdi beden iyileşecek, ve ders kalacak’ dedi. Ohh. Ohh. Karnıma bir odun da buradan. Olsun varsın. Bütün derslerimi baştan öğrenmeye razıyım.

Bu kargaşada yeniayın niyetlerine ne oldu diye sorarsanız, en başarılı ‘performans’ımı sosyal medya detoksu alanında gösterdim. Güneş günleri feysbuksuzluğum ay günlerine de sıçradı. Ohh be. Blogu da feysbuka linkledim, çat diye koyuveriyor oraya elim değmeden. Zaten telefonum da bozuk, göbeğini şarjdan ayırınca bir saat bile dayanmıyor yavrucak, ankesörlü telefon gibi kullanıyorum artık. On dakikalık sessiz oturuşları, başım önümde eğik sangha, yapamadım. Ama yapacağım. Çok da üstüme gelmiyim. Her ne kadar MR sonucum dipçik gibi çıksa da az buz korkmadım ayın 20’sinden beri. Ona da ohh. Şimdi beden iyileşecek, ders kalacak..

 

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 4

Yeni yazarların da katılmasıyla beraber sayısı her gün giderek artan blog yazılarının hepsini teker teker okumaya bir mesai ayırmak durumunda kalmaktan ötürü çok mutluyum sevgili sangha! Bugün Ceren’in yazısının kapanışında kahkahalar attım mesela. Baya bildiğiniz yatakta geri yuvarlanarak filan. Ayça’nın yumurcaklarıyla olan çetin mücadelesini ve bunu aktarma biçimini yine hayranlıkla karışık bir hayretle okudum, tüm sahneler bir bir gözümün önünde canlandı. Fatoş’un Ali’sinin daha çok yaz Fatoş, ben seni böyle daha iyi anlıyorum demesi içimin yağlarını eritti, ikisine birden bir sonraki görüşümde kocaman sarılmak geldi içimden ama ben Fatoş’un omuzlarına çıksam Ali’yle anca göz göze geliriz o yüzden belki Ali’nin bacağına sarılmakla yetinirim.

Bugün sanırım yazılarımız üzerine yazacağım, zira hâlâ kırmızı çadırspor ve kalçayı dinlendirme günleri.

Düşündüm de, blogdaki yazıların yoğunluğu ve yazanlarının samimiyeti sayesinde hiçbir yoga hocalık eğitiminde bulunamayacak altın değerinde bilgiler ve tecrübeler takas ediliyor burada. RYT 15000 olsan bulamazsın! Herkesin kendi gölgeleriyle buluşma ve yenişme sürecini burada bu kadar açıklıkla dile getirmesi, bize hiçbir ‘ileri seviye’ eğitimin katamayacağı kadar şey katıyor. Bu gruba bir de bu yüzden minnettarım. Yoga Alliance’ın ‘continuing education’ diye bir zımbırtısı varmış ya. Bundan öte continuing education mu var allah aşkına? Gazeteden kupon biriktirircesine kovalanan içi boş saatleri ben ne yapayım?

Pek çok kişi tam ihtiyacı olduğu anda Defne Hoca’nın bir yazısıyla karşılaştığını yazıyor son birkaç gündür. Benim için de bu hep böyle olmuştur. Ama farkında mısınız bilmem, en başından beri duymaya ihtiyacım olan şeylerle ben buradaki yazılarla da karşılaşmaya başladım artık. Örneğin dün sabah ağır bir ruh hali ile gözlerimi açarken gücümüzün bizi vezir de rezil de etmesi konulu yazım aklıma gelmişti. (Manidar.) Geçtiğimiz turun hangi gününe denk geliyordu o yazı bilmediğim için biraz aramam gerekecekti. Sabah kendi blogumun istatistiklerine bakarken bir de ne göreyim? Kim olduğunu, nereden sekerek oraya geldiğini bilmediğim tek bir kişi, benim bir önceki turun onuncu gün yazısını okumuş. O yazı da buymuş. Hah dedim, bravo. Sonra, dün Marifetler – Sesler – Güçler serisinin sonuncusu da bitti, evden çıkarken yanıma okumak için Zen ve Okçuluk’u almıştım, sabah blogu okurken ne göreyim, Beste de aynı şeyi okuyor. Ayça 28günyoga’nın yavrularına da sıçramasından bahsetmiş, ben de bugün yaşadığım olayla beraber gördüm ki bizim bu 28günyoga bloğu bizim sandığımızdan da uzaklara sıçramış sangha!! Nasıl mı, hemen anlatayım.

Öncelikle, hepinize, ve gerçekten hepinize tek tek çok teşekkür ederim. Pek çoğunuz buradaki yazılarıma yorumlar yaptı, bana destek oldu, bir kısmınız mesajla halimi hatrımı sordu, içinizden biri bana Reiki bile yolladı. Sanırım beni iyileştirdiniz sangha. Bugün yataktan düne göre çok daha iyi çıktım. Moralim de daha iyiydi. Bugün aslında bu kalça olayı araya girmeseydi de annemle beraber başka bir doktora gitmek üzere randevu almıştık bir doktordan. Bizim her şeyi bilen akil kadınlardan (ve birkaç adamdan.. 🙂 oluşan bir Shadow whatsapp grubumuz var. Her şeyi bilen derken abartmıyorum. Kedilerin yakalandıkları göz hastalıklarından tutun akıllı telefon yedeklemesine kadar geniş bir yelpazeye yayılan sorulardan şu ana kadar yanıtsız kalanı olmamıştır. Ben de bir süredir meme muayenesi olma konusundaki fikirlerimden ve yaşadığım birtakım rahatsızlıklardan ötürü bizim gruba bu konuda işin ehli bir doktor tanıdığınız var mı diye sordum. Piraye bir doktor ismi yazdı, ama bu kişi Bodrum’da dedi, hay hay dedim ben de Bodrum’dayım, başka şey istesem olacakmış. Meğersem bu kişi bizim yoga camiasının da bildiği, hocamın da tanıdığı bir doktormuş. Tüm bu referanslar yeterli olduğu için bayram sonrasına bir randevu kapıverdim. O yüzden hem bu sabah meme muayenesi olmaya, hem de kalçamı göstermeye hastaneye doğru koyulduk sabahın erken saatlerinde.

Doktorun odasına doğru yürürken konuya nereden gireceğimi düşünüyordum ki tam olarak az önce size anlattığım gibi bir girizgahla, minik yoga grubumuzdan aldığım tavsiye üzerine geldiğimi anlatarak girmenin iyi bir fikir olduğunu düşündüm. Aramızda, en fazla 10-15 kelime değiş tokuşu yapılmıştı ki kulağım, içinde bulunduğum mekan ve uzamdan ötürü duysa da algılamada biraz zorluk çekeceği şu cümleyi işitecekti: Sizin 28günyoga blogunuzu takip ediyorum! Büyük harflerle bir daha yazayım mı sangha? Bodrum Acıbadem’de bir genel cerrah bizim 28günyoga blogumuzu takip ediyormuş! Sevinçten havalara uçtum. Şu ahir ömrümde doktorlarla yaptığım tüm muhabbetler arasında en ilginciydi. O yüzden, 28günyoga nerelere sıçramış diyorsam bir bildiğim var! 🙂

Muayene gönül ferahlığı içinde bitti. Benim de meme yapım anneminki gibi fibrokistik olduğundan yaşadığım rahatsızlıklar normalmiş. Emin olmak adına bir de ultrason istedi. Normalde 40 yaşından önce mamografi çekilmediği, ve benim jinekoloğum meme muayenesi yapmadığı için ileride ne olur ne olmaz diye elimde bir ‘before’ resmi bulunsun istiyordum. Ultrasonu yapan doktor da kistik bazı yapılar gözlemlediğini, bunların tamamen iyi huylu olduğunu ve meme yapısından kaynaklandığını söyledi. Ortopedi muayenesine yollanmadan evvel bu güzel haberler bana doping oldu. Kalça muayenesine gelecek olursak, burada pek eureka! anları yaşanmadı doğrusu. Çekilen MR’ın raporu olmadan pek yorum yapılamadığı için ekrandaki resimlere bakarak, kalçanı epey bi zorlamışsın dedi doktor, ben de hmm dedim. Kalça eklemimde yüklü miktarda ödem olduğunu, bu ödemin oradaki kasların içine de dağıldığını görebildiğini söyledi. Ben de bugüne kadar çekilmiş olduğum boyun ve diz MR’larından sonra baktığım yerde ödem olup olmadığını görebilecek kıvama gelmişim, bugün doktorla beraber ekrana bakarken onu anladım. Gökay’ın tavsiyesiyle birkaç gündür almakta olduğum ilacı verecekmiş doktor da zaten. O yüzden dünyamız pek değişmeden çıktık hastaneden, neticede yarın tekrar gideceğim raporu aldıktan sonra doktoru görmeye.

Hepinize tüm kalbimle tekrar teşekkür ederim güzel sangha. Bana akıl ve moral oldunuz. Hepiniz çok değerlisiniz.

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 3

28günyoga’nın ikinci, geçen sene tek başıma attığım turu da sayarsak üçüncü turunun üçüncü gününden, kırmızı çadırdan, ve bütün gün hiç kalkmadığım yataktan merhaba sangha.

Bugün hayatımda ilk defa, başı sonu ve her şeyiyle planlanmış olan bir seyahatimi uzatıyorum. Bugüne kadar kaçırdığım uçak, biletini alıp da çıkmadığım bir yolculuk, vaktinde dönmediğim bir ‘tatil’im yoktur. Bunun da bir ilki varmış. Normal olarak yarın akşam 4 uçağıyla Bodrum’dan İstanbul’a dönüyor olmam lazımdı. Dönmüyorum. Önce Cumartesi döneyim diye düşündüm. Derslerim ne olacak? En azından Pazar dersimi vereyim.. Sonra baktım, o da olacak gibi değil, o dersimi de başka hocaya emanet ettim. Sanırım haftaya Çarşamba döneceğim. 15 gündür görmediğim sevdiceğimi, o bir göçer kuş misali komşu ülkedeki turundan dönüp iş için gideceği başka şehre yollanmadan 6-7 saatliğine de olsa görebilecektim Cumartesi dönseydim. Ama haftaya İstanbul’da yalnızsam, şimdi oraya dönmenin ne anlamı var? Yarın da doktora gidiyorum nihayet. Kontrolleri de burada yaptırırım diye düşündüm. Burada aile evimde bir Zebercet misali pamuklara sarılmış bakılmaktayken, tek başıma İstanbul’u neyleyim?

Kafam biraz allak bullak bu aralar. Değişik duygu durumlarına sürükleniyorum. Hani insan bir şey hatırlamaya çalışırken dilinin ucuna gelir de orada bir hayalet gibi kayıverir ya zihnin kancasından, onun gibi bir haldeyim. Bir şeyi hatırlamaya çalışıyorum, biraz daha uzansam ona varacakmışım gibi. Esas önemli olanın ne olduğuna dair bir şeyler yüzüyor zihnimde. Bir soru cümlesi olarak. Esas önemli olan neydi, onu hatırlamaya çalışıyorum.

 

 

 

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 2

Bir şeyin neden olduğunu bilmek neden önemlidir? Neden oldu? Neden şimdi? Neden? Batı ile Doğu arasında sıkışıp kalmaya mahkum, Doğu’ya içten içe özlemle karışık bir kıskançlık beslerken Batı’ya olan ezeli özentisinden ötürü bir Batılı gibi düşünmek için itinayla köleleştirilen bu toprakların evlatları olarak bizler, neden-sonuç ilişkisi denen bu tahterevalliyi belki de gözümüzde çok büyüttük. Tam bir Eastern Body – Western Mind * durumu. Bize yüklenen software bir türlü bizim hardware ile uyumlanamıyormuş gibi. İçimizdeki Doğuluyu az serbest bıraksak iki ayağını uzatıp şöyle bir rahat edecek, kendini yaradanın emin sularında süzülmeye bırakacak, her şeyin nedenini nasılını takdir-i ilahiye bırakacak ama içindeki Batılı rahat durmaz, haydi şimdi ne var, hop, öyle yaymak yok, otur düşün bakalım, neden oldu anla bakalım, ve bul bakalım, bir daha olmaması için neler yapabilirsin? Sorular içinde en gıcık olduğum soru budur. Bir daha olmaması için neler yapabilirsin? Fabrikada dilimize pelesenk olmuş bu kavram yüzünden on bin milyon tane balık kılçığı analizi, vay vay analizi, kök neden analizi, zart analizi zurt analizi için içinin kıyım kıyım kıyıldığı toplantılar sonucunda sağını solunu tüm yamacını kontrol eder de bütün gediklerini kapadığını sanırsın ama şans mı, Murphy mi, kör talih mi, bir daha vurur işte bir hata ve gene sen sorumlu olursun şu kadar anlamadığın sistemin içinde allahın belası bir cıvata nasıl yerinden oynamış da bütün üretim hattı boyunca milyon dolarlık sensör sistemine yakalanmadan yolculuk ederek nasıl tüketiciye kadar ulaşmış? Neyse konumuz bu değildi. Konumuz kontrol manyaklığı. Çünkü benim için neredeyse her şey buraya bağlanıyor. (Bkz: Sorum Tohumları) Bir daha olmaması için neler yapabiliriz sorusunun cevabını bildiğimizi zannediyorsak her bi şeyin bizim kontrolümüzde olduğuna inanan minik kafalı küstahın tekiyizdir bence. Bugün neden böyle acıdı dilim bilmiyorum, kalçalar hani öfke nefret gibi keskin duyguları barındıran yerlerdir denir ya, ben de kalçamın sakatlığıyla böyle mi başa çıkıyorum nedir?

angrybull.jpg

Bugün renkli günlerde olsunlar ziyaretime geldi. Dünkü yogamdan sonra geçtiğimiz hafta boyu yaşadığım azar azar hareket mi ettirsem yoksa hiç mi hareket ettirmesem müteredditliğim yataktan kalkamayacak hale gelmemle beraber sona ermiş oldu. Ay halimin gelişi de yoga mahrumiyetime bir meşruiyet kazandırmış oldu, teşekkür ederim size yumurtalıklar. Şimdi dönüşteki derslerimi düşünüyorum. Dünden önce olsa ders verebilirdim, şu an onu da yapamam. Ders boyunca hiç kıpırdamadan ayakta dikilsem veya bir sandalyeye otursam dahi İstanbul’un toplu taşım zindanlarında iki ayağımın üstünde dalga sörfü simülasyonu yaparcasına dengede kalarak yolculuk yapabileceğimi hiç mi hiç zannetmiyorum. 8 Temmuz’daki workshopumu düşünüyorum, o vakte kadar iyileşeceğim de Golden Seed filan öğreteceğim.. Temmuz’un sonundaki kursumuzu düşünüyorum. Kukumav kuşu gibi bütün gün düşünüp duruyorum, nasıl oldu, neden oldu, nasıl böyle bir anda oldu, ne oldu da böyle oldu, sonra ne güzel iyileşiyordu, ben birkaç gün önce de kalçam vikviklerken yoga yapıyordum ama böyle olmuyordu, dün ne oldu da böyle oldu, bir daha olmaması için ne yapacağız? Düşün babam düşün. Halbuki uzat iki ayağını da dur be kadın dedi artık dün oradaki her kimse. No more ikirciks. Stop. Ben de iki ayağımı uzattım, kâh koltukta, kâh yatakta, kâh sandalyede, ööylece duruyorum. Durunca insanın daha çok düşünesi geliyor tabi. Çarşamba günü dönecektim İstanbul’a mesela, eğer oraya gidip de ders veremeyeceksem şu an bu halde alev alev yanan İstanbul’a gitmem örneğin çok saçma, bunu düşünüyorum. Cumartesi’ye kadar kalmayı düşünüyorum. Hatta bazen ne yapsam da İstanbul’a hiç dönmesem diye düşünürken yakalıyorum kendimi, sonra hop diyorum, o kadar uzun boylu değil.

İşte bugün de böyle bir gün sangha. Yazınca biraz daha rahatlıyor insan sanırım. Ben böyle durumlarla pek iyi başa çıkabilen bir insan değilmişim, her ufak incinmede bu gerçekle tekrar yüzleşiyorum. Belki elden ayaktan kesilmekten içten içe bu kadar korkmamım neden ailenin öte jenerasyonlarında bir sürü felçli ve yatalak kadın olmasıdır. Şimdi bir de bunun nedenini düşünemeyeceğim galiba. Size varoluşunuz sebebinizle göz kırpıştığınız, bir an bile olsa bu dünyaya neden geldiğinizin idrakine varabildiğiniz yogalar diliyorum. Sanıyorum ki bir kalp atışı boyunca süren böyle bir an, amaçsızca oradan oraya savrulup durduğumuz koca bir hayata bedeldir.

* Anodea Judith’in aynı adlı kitabı.

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 1

Bu yakıcı Bayram gününden merhaba! Sanırım bayram kutlayan son jenerasyonun içindeyiz. Bizim aile çok çekirdek olduğu için bayramlar oldum olası bana pek bir şey ifade etmemiştir. Öyle bir toplaşma, özlem giderme, bir araya gelme gibi kavramlar ihtiva etmez, daha ziyade bir görev olarak aranması gereken büyükler ve Ankara’da yaşadığımız vakit yapılan zorunlu ziyaretler olarak aklıma kazınmıştır Bayram kavramı. Maalesef benim için durum böyle. Ama sizin yine de bayramınız kutlu olsun sangha! Dilerim can-ı gönülden sevdiklerinizle bir araya gelme fırsatı yakaladığınız bir zaman dilimi olur bu.

Bugün heyecanla yogama döndüğüm gün olacaktı, ama kalçam yine geçit vermedi. Bir ara o kadar duygusallaştım ki can sıkıntısından ağlamaklı oldum. Ya geçmezse? Ya hep böyle kalırsa? Ya daha kötü olursa? Sonra dedim sakin ol, nefesine odaklan, vücuduna güven, yogaya güven.. Arada poz yemeden dairesel seriyi tamamladım. Yogamın başına ayaktaki ısınmaları koyduğum için sessiz oturuş kısmını sona bıraktım. Daha doğrusu yogamın ortasına geldiğimde oturuşla açmadığımı fark ettiğim için sonuna ekledim. Yıllardır hep samapada’da başlayınca yeni ayın niyetlerine bir an adapte olamamış beden. Kalçadaki hislere göz kulak olarak hareketleri yaptığım için yavaş, sakin, varlık dolu bir yoga oldu. Yerdeki hareketlerin en sonunda sessizce otururken aklıma David Hoca’nın söyledikleri geldi. Siz düşünceleriniz değilsiniz. Düşünceleriniz geçip gittiğine göre, ve siz o düşüncelerle beraber bir yere kaybolmadığınıza göre, o zaman siz düşünceleriniz değilsiniz, içinizde düşüncelerden öte, onlardan etkilenmeyen bir yer var. Bunları İngilizce konuştuğumuz için onun sesiyle beraber orijinal haliyle geldi sözler zihnime ister istemez. Ben de içimden tekrar ederken buldum kendimi, I am not my thoughts, I am not my hip joint. Om ham sa, so ham. Ayça’nın geçen yazısında yazdığı gibi insanın yarası neredeyse kalbi de orada atarmış. Gerçekten de bütün yoga boyunca tek hissedebildiğim şey kalçamdaki zonklamaydı.

Şimdi sakinledim biraz.

İyi ki varsınız sangha. Kendinize iyi bakın!

Not: Bugün 28günyoga blogumuzun ilkelerine dair bir yazı daha yayınladım. Tüm yazarlarımızın okumasını rica ediyorum.

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 0

Güzel yeniaylar olsun sangha! Bugün kervana ucundan katılmak için harika bir gün. Eğer geçtiğimiz ay boyunca sessiz sedasız bir köşede oturup yazılanları okudunuz ve ben de yapmak istiyorum! diye içinizden geçirdiyseniz tek yapmanız gereken kancamıza takılmak. Her türlü imkan ve şerait dahilinde yogamızı devam ettirebilmemiz için ihtiyacımız olan güç damarlarımızdaki asil kanda, nadilerimizdeki temiz canda ve bizi çepeçevre sarmalayan sanghamızda mevcuttur! WordPress üzerinde konuşlandırdığımız 28günyoga blogumuza yazar olmak için her gün kendi yoganızı yapmaya ve izlenimlerinizi yazmaya dair niyetiniz olması yeterli. Ancak biz 28günyogacılar olarak, pek çoğumuzun hocası Defne Suman’ın dediği gibi yogaya bir keyf unsuru değil nefs unsuru olarak yaklaşmaya da ayrıca önem gösteriyoruz.

Tüm 28günyogacıların yeniay niyetlerini okumak için sabırsızlanıyorum. Tabii ki paylaşmak istediğiniz kadarını. Bu yeni başlayan ay aynı zamanda burcum Yengeç’in ayı. O yüzden bu sabah sessizlik içinde, yeni ay için niyetlerimi düşünürken aynı zamanda önümde uzanan yeni yaşım için de biraz tefekküre daldım. Arkamda bırakmakta olduğum yaşımdaki ilkleri, benim için anlam ifade eden olayları, attığım adımları ve öğrendiklerimi düşündüm. Epey aradıysam da kişisel olarak olumsuz olarak değerlendirebileceğim pek bir şey bulamadım. Bir ara kışın her gün bir mantra gibi tekrarladığım çok yorgunum, çok yorgunum halleri hariç aklıma olumsuz bir şey gelmedi. Bu hal için yapılabilecek şeyleri de önümüzdeki senenin tohumları arasına ekledim. Büyük oranda sağlıklı bir yıl geçirdim, ailecek yaşanan birkaç sıkıntıyı da çok şükür ucuzundan atlattık. Durum böyle olunca ortaya on numara beş yıldız bir tablo çıktı. Bir insan evladı daha ne ister?

İzninizle, yeni 28günyoga döngümüz için niyetlerimi sizlerle paylaşmak istiyor ve bu niyetlerim için kendime belirlediğim hedefler doğrultusunda elimden gelenin en iyisini yapmak üzere huzurlarınızda söz veriyorum. Ben, Pınar Üstün, önümüzdeki 28 gün için niyet ettim her gün sabah yogasına, niyet ettim blog harici yazılar yazmaya, ve niyet ettim sosyal medya detoksuna! Şimdi uygulanabilir olması açısından bu niyetlerim için kendime koyduğum hedeflerden söz edeyim biraz.

Bir kısmınızın belki yazılardan okuduğu üzere sabah erken kalkıp yoga yapmak özellikle bu son sene beni oldukça zorlayan bir konu oldu. Alarmla erkenden uyanma fobim Shadow Yoga eğitim ve öğrenim yılı boyunca sabahın kör karanlığında yataktan fırlayışlarımla beraber bir nebze körelse de fabrikadaki yıllardan yadigar 05:45 alarmıyla uykuya dalmanın iç sıkıntısı hâlâ içimde bir yerde duruyor. Bir diğer engel de müşterek bir hayat içerisinde erken yatma rutinini oturtmaktaki zorlukta yatıyor. Önümüzdeki ay beş günlük bir seyahatim hariç yerimde sabitim. İstanbul’da iyice sıcaklayan havalarla beraber zaten sabah saatleri haricinde evde yoga yapmak mümkün olmayacak biliyorum. O yüzden sıcak bu konudaki en büyük destekçilerimden biri olacak. Gökay’ın bu ay iki tane turu var. Onun yüreklendirmelerinden mahrum olacağım ama evde olmayışını fırsat bilerek akşam yatma saatlerimi düzene sokabilirim. Zaten bir yoginin olması gereken hal niralamba değil midir? Yani without support, desteğe ihtiyaç duymayan. Evet ihtiyaç halinde etrafımızdakilerin desteğine yaslanmak çok önemli; ancak yavaş yavaş desteği dış kaynaklarda aramaktansa içeride yanan ışığın rehberliğinde yürümeye kendimizi alıştırmak da olmazsa olmaz nefs alıştırmalarından biri. Uzun lafın kısası, ikinci tur için yogamı sabahları yapacağıma söz veriyorum. Bunun yanısıra, yogamın başında en az 10 dakika olmak üzere bir sessiz oturuş seansı ekleyeceğime, ve yoga odasındaki minik altarımı yeniden düzenleyerek ona her gün gereken özeni göstereceğime söz veriyorum.

İkinci niyetim, yine yazmak üzerine. Yoga günlüğünü sektirmeden tutmayı bu ayın hedefleri arasına almadım çünkü o zaten banko. Esas niyetim, bir Shadow sınıf arkadaşımın yüreklendirmesiyle aklımda evirip çevirdiğim bir mevzu olan öykü yazmaya bir adım atmak! Bir baktım, Burçe’nin de benzer bir niyeti yok muymuş? İkimiz de Murat Gülsoy’dan yaratıcı yazarlık kursu almışız. Onca zamandır içimizde biriken şeyleri artık öyle ya da böyle dışarı dökmenin zamanı gelmiştir belki de. O yüzden ben bu ay boyunca 2 adet blog dışı yazı yazmaya, ve bunu sizlerle paylaşmaya niyet ettim. Blog yazıları artık kendini oturttu, ancak öykü gibi hiç deneyimim olmayan bir alanda kulaç atarken arasıra sahilden seslenmeleriniz beni büyük ölçüde cesaretlendirir. Fatma, Fatoş, Ayça ve Aylin de belki bu niyetimizde bize katılırlar?

Bu ay için üçüncü ve son niyetim sosyal medya detoksu yapmak. Gerçekçi düşünürsek bu ay da 28günyoga bayrağı bende olduğu için kendimi tamamen soyutlamam çok zor. Feysbuk’taki yorumları da takip etmek gerekiyor icabında. Ancak ufak adımlarla başlamak ve uygulanabilir olması açısından şöyle bir karar aldım: Sosyal mecradaki varlığımı Güneş günleri (yani Pazar, Salı ve Perşembe) maksimum 30 dakika ile kısıtlıyorum. Eğer siz de 28günyoga yazılarımı Feysbuk üzerinden takip ediyorsanız, sizi blogumu takip etmeye davet ediyorum. Böylelikle ben hem yazar olarak okurlarımdan, hem bir okur olarak diğer yoldaşların yazılarından mahrum kalmam, hem de yazılarımı daha çok kişi ile paylaşma isteği ile Feysbuk’un dehlizlerinde yok olmam. Bir şeyi yüzde 99 yapmak ile yüzde 100 yapmak arasında çok fark var, bunu biliyorum. Ancak Temmuz için yapılabilir bir hedef koymak istedim. Ağustos ayı için hayırlısıyla sıfır sosyal medyaaaaaaaaa!

Birkaç minik niyette daha bulundum ama onları kendime sakladım sevgili sangha. Varlığınıza minnettarım. Tılsımlı bir şey bu! Yakında beslenmeyle ilgili radikal bir niyette bulunacağımı hissediyorum 🙂 O da Ağustos’a kısmet olur belki.

Bugün karanlık ay olduğu için Ashtanga veya Shadow gibi kadim yoga geleneklerine sadık olarak ilerleyen okulların öğrencileri yoga yapmıyorlar. Ben de bugünü bacağımın biraz daha dinlenmesi için bir fırsat olarak kullanacağım. Hocalarım da bacağımın gidişatı ile ilgili olarak yogamı nasıl düzenleyebileceğim konusunda birtakım yönlendirmelerde bulundu. Bir müddet haftanın günlerinden bağımsız dairesel seri ile devam edeceğim, sonra duruma bakacağız. Şimdi babamı da alıp aşağı denize inmek için hazırlanıyorum.

Yazımı kendi uydurduğum bir özlü söz ile sonlandırmak isterim.

Yoga’da hocasız bir öğrenci öksüz bir çocuğa benzer.

Niyetlerimizi gerçekleştirebilmek için gereken irade gücünü ziyadesiyle bulmamız dileğiyle, hoşçakalın sevgili sangha!

moon_and_earth
Foto: NASA

Bir Yoga Günlüğü II: Gün 25 ve SON

Dün akşamdan kararlaştırıldığı gibi sabah erkenden uyandık; ben, ablam Pırıl ve Evo, ablamın eşi. Sabah 8’de terasta yoga dersi için randevulaşmıştık. Benim bacağım hâlâ yoga yapmama engel oluyordu ama ders vermeme mani değildi. O yüzden gölge bir köşe bulduk ve işe koyulduk. Öğrenciler disiplinli, zihinleri açık idi. Ders bittikten sonra annem kahvaltı sofrasını çoktan hazır ettiği için aç kurtlar gibi dosdoğru masaya üşüştük.

Bugün bacağım biraz daha iyi. En azından kendi kendine taytın paçasından içeri sokabiliyorum ayağımı. Isınmalardan öteye geçmedim bugün de. Biraz korktum, üstüne gitmek istemedim açıkçası.

Öğleden sonrayı yine köstebeklik yaparak geçireceğimi ben de bilmiyordum. Yarın başlayacak olan yeni 28’lik döngü ve bu ‘lunar’ ayın kaç gün süreceğinin izini sürmeye çalışırken bir türlü 28 rakamına ulaşamadığım için astronomi bilgilerimi tazelemenin vakti geldiği anlaşıldı. Sizi de aydınlatmamda fayda var.

Şimdi, öncelikle, mevcutta kullandığımız ve önceleri Julian, sonradan da Gregorian ismi verilen güneş takvimine göre bir yılın 12 aydan oluşması ve bu ayların kimi zaman 30, kimi zaman 31, kimi zaman da 28 günden oluşması tamamen keyfekeder bir olay. Buna sonra değineceğim. Ancak bu döngülere Türkçe’mizde ‘ay’ denmesi hiç de fena bir rastlantı değil. Çünkü neticede bir aylık döngü, adı üstünde Ay’ın Dünya etrafında bir tam tur atmasıyla oluşuyor. Bu döngüye ‘sidereal month’ yani sideral ay deniyor. Sidera, Latince yıldızlar anlamına geliyormuş. Sideral ay boyunca Ay’ın Dünya etrafında turlayıp diğer yıldızların konumuna göre tekrar başladığı noktaya gelmesi ortalama 27.32 gün alıyor. Yani aslında kabaca 28 günlük döngü diye bildiğimiz döngü bu. Gelgelelim, bir yeniaydan diğer yeniaya kadar geçen – ve yogik bağlamda bizi ilgilendiren süre bundan farklı; çünkü işin içine güneş giriyor. Buna da ‘synodic month’ deniyor. Sinodik ay boyunca, Ay hem Dünya etrafında turlarken, Dünya da Güneş etrafında turluyor. Gökyüzünde baktığımız zaman Ay’ı kimi zaman hilal, kimi zaman dolunay, kimi zaman da karanlık bir halde görmemizin sebebi Güneş. Bildiğimiz gibi Ay kendi ışığı olan bir yıldız değil, Güneş’in ışığını yansıtıyor. İki yeniay arasındaki döngünün tamamlanabilmesi için Ay-Dünya-Güneş diziliminin o döngü sonunda tekrar tek bir çizgi haline gelebilmesi gerekiyor. Bu süre de 29.18 ila 29.93 gün arasında değişiyor. Yani üçlü bir sistem olarak baktığımızda, 27.32 gün sonra bir yeniay tekrar ‘kendine göre’ Dünya etrafında başladığı yere dönmüş oluyor ama o gün bu üçlüyü o an dondurup fotoğraflarını çeksek ayın henüz tam yeniay olmamış olacağını göreceğiz: biraz daha küçülüp tekrar yeniay olması için 2.2 güne daha ihtiyacı var.

Ohh! Bu bilgilerle beraber rahatladım sevgili sangha! Nasıl sayarsam sayayım 28 günün sonunda diğer yeniaya ulaşamıyordum çünkü. Veya yeniayla dolunay arasında tam 14 gün değil bazen 15 bazense 16 gün oluyordu. Dolayısıyla yarın gelecek olan 24 Haziran yeniayını baz ve sıfırıncı gün alarak başlayacağımız ikinci 28günyoga döngümüz aslında 29 gün sürecek. Aslına bakarsanız geri kalan tüm aylar da öyle. Peki bu bizim için bir şey değiştirir mi? Hayır. Yapmakta olduğumuz şeyi biraz daha iyi anlayabiliriz bu bilgiler sayesinde. Ve madem ki bir ayın döngüsü de değişken, biz de yarından itibaren şöyle bir değişikliğe gidiyoruz sevgili sangha, buradan tüm 28günyoga kamuoyuna duyurayım: Yarın bizim ilk kervana göre 26. günümüz olacaktı. Ancak sayaçları sıfırlıyor, ve yeniayla uyumlanmak üzere ikinci tura yarın başlıyoruz. Öte yandan ayın karanlık olduğu yaniay günü yoga yapmadığımız için, yarın yani 24 Haziran Cumartesi, ikinci 28günyoga’nın ilk değil sıfırıncı günü olacak. Eğer ikinci döngüye devam etmeyi düşünmüyorsanız, ilk 28’in sonuna kadar sayıp tamamlayabilirsiniz.

Gelelim takvimde yer alan ayların isimlerin nereden geldiğine. Günlerin isimlerinin nereden geldiğini araştırdığım şu yazıya kıyasla, çok büyük bir aydınlanma yaşamadım bu sefer ne yalan söyliyeyim. Hatta biraz hayal kırıklığına bile uğradım denebilir, binlerce yıldır kullandığımız kavramlardan bazıları tamamen birkaç tane adamın keyfine bağlıymış diye.

Şu anda kullanmakta olduğumuz takvime Gregorian takvim deniyor. Zamanının papası 13. Gregory, 1582’de bu takvimi yürürlüğe sokmuş. Papa bir gün oturmuş ve kendi kendine şöyle demiş olmalı: Yeter artık bu Paskalya’dan çektiğim! Ben kendi takvimimi kuruyorum! Ve böylelikle kendinden önce gelen Julian takvime yüzde 0.002’lik bir düzeltme getirerek tutulmalar ve ekinokslar sebebiyle bayramların günlerinin kaymasına bir son getirmiş. Çok hayır duası almıştır tahminim.

Gregorian takviminin selefi olan Julian takvim ise, belki pek çoğunuzun bildiği gibi ismini Julius Sezar’dan alıyor. Milattan önce 46 yılında Sezar, o dönem kullanılan Roman takvimin güneş takvimiyle daha uyumlu olması adına bir çalışma başlatıyor. Bunun sonucunda Ocak ve Şubat olarak bildiğimiz aylar takvimin başına iliştiriliyor. Ondan önce Romalılar 10 aylık bir takvim kullanıyorlar. Bu takvime göre yılın ilk ayı Mart, yani (bildiniz) Mars. Soğuk ve karanlık kış ayları boyunca kimse savaşmadığı için çarpışma sezonunun gelişini müjdeleyen Mars ayı, birinci ay olmuş. Ardından gelen Aprilis’in Latince açmak, açılmak anlamına gelen aperire kökünden geldiği düşünülüyor, çiçekler tohumlar bu ayda açmaya başladığı için. Aprilis’in aşk tanrıçası Aphrodite’e de dem vurduğu düşünülüyor. Gelir bahar ayları, gevşer gönül yayları minvalinde. Mayıs adı ayını büyüme, serpilme, ve baharı simgeleyen tanrıça olan Maia’dan almış. Haziran, yani Juno, evlenme ve doğurganlığı simgeliyormuş. Eski zamanlarda düğünlerin hasattan sonra geleceğini varsayarsak mantıklı. Mars’i birinci ay olarak aldığımızda yedi, sekiz, dokuz ve onuncu ayların isimlerini çoktan çıkarmış olabilirsiniz. Sept-ember, Oct-ober, Nov-ember ve Dec-ember. Velhasıl Eylül Julian takvimin yedinci değil dokuzuncu ayıdır. Sezar takvimin başına Ocak ve Şubat’ı ekletince tüm olay kaymış görünüyor. Burçdaşım Sezar Temmuz doğumlu olduğu için ölümünden sonra bu ayın ismini değiştirip Julius yapmışlar. Öncesinde Quintilis’miş, yani beşinci ay. Sezar’dan sonra gelen Augustus benim neyim eksik, Ağustos da benim uğurlu ayım demiş, böylelikle Sextilis olan altıncı ay da bu doğrultuda vaftiz edilmiş. Biz de bu iki adamın egolarının neticesinde oluşan bu takvimi yaklaşık olarak 2061 senedir kullanagelmişiz.

İşte bugünkü köstebeklik sonucunda öğrendiklerim bunlar sevgili sangha. Ben de toparlarken keyif aldım bolca, ama en çok da astronomi bilgimi ne kadar yitirdiğime hayıflandım. İstanbul’a döner dönmez babamın nuh neviden kalma kopyasıyla Isaac Asimov’dan The Collapsing Universe’i tekrar okumak farz oldu. Tüm astronomi meraklılarına şiddetle öneririm. Kainatın kompleks olaylarını daha yalın bir dille anlatan birine ben rastlamadım.

İşte durumlar böyle. Yarın yeniay niyetlerinizi koymayı ve onları önümüzdeki ay boyunca sulamayı ihmal etmeyin sevgili sangha. Yeniay Yengeç’te olduğundan doğdukları aya girenler için geçirdikleri yılı değerlendirmek ve önlerinde yatan yeni yaş üzerinde biraz hayallere dalmak için de muhteşem bir zaman. Üstelik supermoon’muş yarınki yeni ay, yani Ay’ın Dünya’ya olan uzaklığının en az olduğu günlerden biri. Ama görsel olarak bize bir şey ifade etmeyecek tabii. Paylaşmak isterseniz siz de yazın yeniay niyetlerinizi.

Yarın Gün 0!

Bir Yoga Günlüğü II: Gün 24

Yirmi dörde kısa bir yazı ile başlayayım. Sabah uyandıktan sonra blog yorumlarıyla vakit geçirdim biraz. Bacağımdan ötürü keyifsizim, ne yalan söyleyeyim. Sabah onca oyalanmaya rağmen baktım ev hâlâ sessiz; yine başladım sabah yogasına. Yoga denmezdi bu sabah yaptığıma gerçi. Hani bazen bilgisayar bozuluyor da diagnostics tool diye bir şeyi devreye sokayım mı diyor ya, nerede ne bozukluk var onu bir anlayalım. İşte bu sabahki yogam da biraz böyleydi. Bacağımı ne kadar hareket ettirebiliyorum, hangi hareketleri yapabiliyorum, hangilerini yapamıyorum. Ayaktaki ısınmalardan sonra dairesel seriye başladım, ama devamını getiremedim. Can sıkıntısıyla yerdeki pozlara geçtim. Seriden koptuğum için yine eski derslerden bildiğim bir asana serisiyle tamamladım. Oldukça kopuk, dağınık, bölük pörçük bir pratik oldu. Sonra da uzun uzun oturdum. Buraya geleli dört gün oldu, hiç denize gitmedim. Bugün bir deneyeceğim, belki soğuk su iyi gelir. Ne olursa olsun beden çok dayanıklı bir şeymiş, bunu kısa zaman önce gözlerimle görerek öğrendim. O yüzden moral bozmak yok.

Bu arada, 24 Haziran Cumartesi yeniay sevgili sangha. Normal şartlarda yeni bir 28 gün yogaya başlamak için en uygun gün o olurdu; ancak biz henüz ilk 28i bitirmemiş olacağız. Mecbur bitişinden sonra devam. Eğer sessizce blogu takip edenler ve kervana katılmak isteyenler varsa başlangıç günü olarak kendilerine 24 Haziran’ı seçebilirler. Yeniay ve dolunayda yoga yapmadığımız için yeniay günü önümüzde uzanan 28 günlük döngü için kendimize bir niyet belirlemek için harika bir gün. Bu niyet için hayatımızı nasıl organize etmemiz gerektiğini, önceliklerimizin neler olduğunu bol bol düşündüğümüz bir gün olabilir yeniay günü.

Görünen o ki kimse bırakmak istemiyor bu grubu. Ben de istemiyorum. İlk 28’liğin görevini tamamladığını düşünenler varsa benim gibi ikinci 28’likte kendilerine daha ‘sıkı’ bir hedef belirleyebilirler. Günde bir kez yogayı oturtanlar şimdi güneş doğumunda yogayı hayatlarına katmayı deneyebilirler – benim gibi. Gündoğumu yogasını kolaylıkla oturtanlar belki bir sabah bir akşam olmak üzere günde iki turu oturtmayı deneyebilirler. Günde bir sefer yogayla mutlu olanlar belki yoga rutinlerinin yanısıra beslenme rutinleriyle ilgili bir değişikliğe gidebilirler. Her ne niyetle başlarsak başlayalım yine birbirimizin varlığından güç alıp nefsimize karşı giriştiğimiz bu mücadeleden alnımız ak çıkabiliriz. Ben yapabilirsem eğer ikinci 28’likte bir de sosyal medya detoksu yapmak istiyorum. Ama blog tutup yazıları yayınlayınca gelen yorum ve tepkilerden de uzak kalmak istemiyor insan hiç. Belki sadece blog üzerinden gider, feysbuka hiç bulaşmam. Sizin ikinci 28 için planlarınız neler? Birbirimizden ilham alırız belki.

Hiç de kısa bir yazı olmadı. Demek ki neymiş, peşin hüküm vermemek lazımmış.

Haydi hoşçakal sangha!

Bir Yoga Günlüğü II: Gün 23

23’ten merhaba sevgili sangha. Sizi bilmem ama ben bir sonraki 28 günü şimdiden düşünmeye başladım. Acaba başka bir konsept üzerinden mi devam ettirsem kendi yogamı diye düşündüm. Mesela ilk 28 gün vazifesini yerine getirdi; hedefim her gün ne şekilde olursa olsun yoga yapıp her gün yazmaktı. Önümde kamp, aile evi gibi engeller vardı; o engeller aşıldı. Şimdi ikinci etap 28 günde belki esas zorlandığım kısmı, yogayı günün sabah saatlerine koymayı denemeliyim. Bu sefer yazmam belki. Yani yogamı yazmam ama gün aşırı başka bir şeyler yazarım. Siz bu 28 günün sonunda ne yapacaksınız, hiç düşündünüz mü? Bir boşluğa düşer miyiz dersiniz sangha?

Bu sabah kahvaltıdan önce yaptım yogamı. Babam yukarda uyuyordu, annem yürüyüşe çıkmıştı. O yüzden ev sessiz, salon benimdi. Nispeten daha ferah bir yerde yaptım yogamı. Dairesel seriden gittim. Dün sabah uyandığımda bana merhaba diyen kalça eklemimdeki nahoşluk, daha da şiddetlenerek yerine çöreklenmiş görünüyordu. Femur başının kalça eklemine bağlandığı noktada canımı acıtan bir şeyler var. Öyle ki, bacağımı fleksiyona sokamıyorum. Belli bir açıdan sonrası yok, gelmiyor. Bizim ısınma serisindeki diz çevirme hareketi, büyük ölçüde aslında kalça eklemini de ısıtan bir hareket. Yok, ikiden fazla yapamadım. Şimdi de buzla oturuyorum. O kadar içeride bir yere nasıl nüfuz eder buz bilmiyorum ama, şimdilik başka yapacak bir şey gelmedi aklıma. Kampın son akşamı yaşadıklarımızdan ötürü olabileceğinden şüphelendik Gökay’la. Sol bacağımda da birtakım morluklar var, belki o gece yaşananların heyecanıyla ters bir şey yapmışımdır, hiç hatırlamıyorum. Belki psikosomatiktir. Yaşayıp öğrenmekten başka çare yok.