Bir Yoga Günlüğü III: Gün 13

Bugün tam anlamıyla İstanbul’a dönmüş sayılırım. Neden mi? Sabah Bostancı’dan Beşiktaş’a İDO, oradan Emirgan’a otobüs, oradan Kabataş’a bir başka otobüs, akşam ders çıkışı Karaköy’e tramvay ve son olarak da Bostancı’ya motor şeklinde geçen toplu taşıma silsilesiyle Hızır Kamp öncesi bıraktığım hayatıma tekrar döndüğümü fikren ve ruhen idrak etmiş oldum. Şu kadar yıldır İstanbul’da toplu taşıma müptelasıyım, bir bal arısının günlük çiçek ziyaretinden daha çok aktarma yaptığım oluyor, yine de 200’lük akbil’i sıfırlayamıyorum babacım!

Gelgelelim bahsettiğim bu yolculuk silsilesinin en kayda değer anı neydi biliyor musunuz? Akşam Fındıklı’daki Yin dersimin çıkışında yetişemeyeceğime neredeyse emin olduğum taze Karaköy-Bostancı hattının son motoruna deparsız yetişebilmiş olmamdı. Evet, yanlış duymadınız! Anadolu yakası ahalisi için (yani tabii karşılıklı çalışıyor ama ben bir ‘karşı’lı olarak sesleniyorum sizlere) yeni konulmuş olan bu 45 dakikalık seyir hattı benim konulduğunu duyduğum günden bu yana türlü türlü heyecanlar yaşamama neden oluyor. Üstelik de taa Karaköy’den alıyor, taa Bostancı’ya getiriyor. Anlıyor musun sangha? Evime 15 dakikalık yürüme mesafesine bir vapur kondu diye nasıl seviniyor bu can. İstanbul’un gözü kör olsun.

Motora yetiştim diye bir sevindim, bir sevindim. Oturacak yer beğenemedim. Üst kat çok rüzgarlıydı, alt katta bir pencere kenarına iliştim, kulağımda müzikle koyuldum blog yazılarını okumaya. Arada bir kafamı kaldırıp dışarı baktım, güneş batarken ziyadesiyle hoş renkler. Normalde her gün bu güzergahı gidip gelen biri olarak oturduğu yerden kalkıp da fotoğraf çekmeye giden yerli insanlara karşı, ne yalan söyliyim, pff deyip göz deviririm içimden. Ne kadar orijinal! Telefonun film şeridinde bir daha asla bakılmayacak olan bir fotoğraf daha.. Galata, Topkapı, yeey. Amma velakin, epeydir blogu görselsiz bırakmış olmanın getirdiği sorumluluk bilinci ve kalıplaşmış yargılarımızı kırma antremanları sebebiyle, diğer yolcuların çoktan içselleştirdiğim göz devirmeleri ve dudak bükmelerine kayıtsız kalarak yaptım bir çılgınlık ve attım kendimi motorun parmaklıklarına!

 

IMG_1212.JPG

Yazacak çok şeyim var sangha. Nasıl toparlayacağımı bilmiyorum. Bloglar arası, felsefeler arası çapraz referanslar kafamda uçuşuyor.. Her şeyi yazmak istiyorum, nasıl olacak bilmiyorum.

Önce yogamdan başlıyayım. Bu blog illa yogamız hakkında olacak ya, üstelik ben yazmışım blog gaydlaynlarını. Şimdi ödüm kopuyor kendi yazımda yogamdan bahsetmezsem diye. Takıntıların da gözü kör olsun! Normal olarak sağ tarafta bulunan ve yazı başlıklarımızın olduğu kısımdaki usülsüzlükler başta çok gözüme batıyordu itiraf edeyim sangha. Ben ki bir yazıda farklı puntoyla yazılmış, veya aynı puntonun farklı paragraf aralığıyla yazılmış bir kısım göreyim.. Bir titreme gelir. Basarım ctrl a’yı, topyekün hizaya çekerim. Comic sans fontuna tahammülüm yoktur, gayri ciddi bulur, hemen doğru dürüst bir fontla değiştiririm. Fabrikada bu korkunç font ile yazılmış bütün resmî dokümanları bir gün oturup tek tek değiştirmişliğim vardır. Şimdi mesela herkes kendine göre bir başlık koyuyor ya, tüm çabalarıma rağmen, hatta arada Türkçe karaktersiz, kimi büyük kimi küçük harfli filan… Gözüm seğiriyor sangha, öyle söyliyeyim. Ama bu tamamen benimle ilgili bir durum, farkındayım. Mühendislikten kalma bir takıntı olması muhtemeldir, üstüne fabrikadaki iş hayatım eklenince içimdeki format çılgını meydanı boş bulup beni ele geçirmiş de olabilir. Her şeyin bir standardı olmalıdır elbet. Yoksa dirlik düzen kalmaz, herkes kafasına göre takılsa, kaos maazallah! Hem HER şeyi yazmakta serbestiz diye isyan ediyor mağaramdaki zorba, yeter ki şu başlıklar aynı formatta olsun, gözünüzü seveyim!! Neyse. Sen başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin sangha.

Yogam diyordum. Bugün bir gevezelik var üstümde. Sabahtan beri de böyle. Bugün 06:20’deki alarmla uyandım. iPhone sağolsun Bedtime diye bir şey yapmış, bir güzel alarm melodileri var, usul usul melek katında sallanarak getiriliyor ruhum tekrar vücuduma. Baktım bizim sabah bülbülleri uyanmış, benden bir saat önce yoklamalarını vermişler. Olsun be canım diyorum, sabahın 6:20’sinde uyanmışsın, bu da bir şey sayılır. Üstelik de tek seferde, ertelemeden. Kalktım, tuvalete gittim. Bütün o sıradan ve gündelik aktiviteler içinde, halledilmemiş meselelerim üzerine başkalarına söylemeye cesaret edemediğim şeylerin bir tiradını atarken yakaladım kendimi. Kafamın içinden yani. Uuuuuh! Neler neler saydırdım. Ne kadar da güzel ifade ettim kendimi.

hoşt hav.jpg
Hayatımın kısa bir özetidir.                                                                                                          Şaka şaka. Yoga öncesi hayatımın.

Bence en az 15 dakika geçti böyle. Sonra yogaya başladım.

İkinci prelüd bugün de vesselam. Bana bu üç prelüd ve angaharalar içinde en zorlandığın, en hayattan soğuduğun, en sevmediğin poz hangisi diye sorsalar tereddütsüz ikinci prelüddeki uttanasana varyasyonları derim. İçimden. Ki ikinci prelüd kısadır, kırmızı çadır sonrası yogaya dönüşün müjdecisidir, kısacıktır, hemen biter. Ama sen onu bir de bana sor. Sanki çok öne katlanabilirmişim gibi bir de yamuklusu. Te allam, kim icat ediyor bu pozları?

Bugün güneşle şöööyle bir selamlaştık. Samakona ve Hanumangiller yüksek yüksek tepeler idi. Bütün yogam boyunca o kadar kalçamdaki hislere endeksliydim ki, iki tane koskoca pozu, Atikranta’yla Mayura’yı unuttum. Üstelik aynılarını dün de unutmuştum. Gerçi Atikranta’yı yapamayabilirdim ama Mayura’ya mazeret? İki bacağın alçıda olsa yaparsın. Neyse! Sonra kahvaltı, kahve derken bir ders için düştüm yollara. Gerisini biliyorsunuz.

Ama bilmediğiniz çok şey var bugüne dair! Mesela ben bugün bir süper kahramanın evine gittim! Fatmacığımla nasıl geçtiğini anlamadığım bir beş saat geçirdik. Bir ara o blogunu yazarken ben de kütüphanesinde ilk gözümün iliştiği kitaba gömüldüm, ve ne inciler ne inciler buldum sangha! Epeydir Mevlana’nın Mesnevi’si peşindeydim ancak bir türlü denk getirip güzel bir baskısını bulamıyordum. Rastgele açtığım şu dizelerle bugünü noktalayayım, parantezlerimi senin çapraz referanslarına bırakayım sangham.

640.

Gergefin eli yoktur ki kendini korusun. Konuşması yoktur ki zararı ve faydayı açıklasın.
Bu beytin manası Kur’an’da beyan olunmuş, Hak, “Attığın zaman sen atmadın” buyurmuştur.
Okun atılışı, mâna bakımından bizden değildir. Biz yayız, oku atan Tanrı’dır. (Bkz: Zen ve Okçuluk)
Bu sözler cebir değil, Hakk’ın Cebbar adının mânasıdır. Onu zikretmeyi sana söylemektir.
Aczimiz, mecburiyetimizin işareti; mahcup oluşumuz da irademizin delili oldu.
Eğer irademiz yoksa bu üzülme, bu utanma niçin? (Bkz: Ramesh Balsekar, Suçuluk ve Günah)
Üstadın talebesine tazyiki niçin? Devamlı tedbir fikri neden?” (Bkz. Master Oogway, Kung Fu Panda)
Eğer sen, irade zorla tanınmış ve aydınlık ay, bulut ile örtülüdür dersen
Dinlersen işte doğru, güzel bir cevap: Küfrü terk ile dine doğru yolu bulursun.

650.

Hasta olunca bu bıkkınlık nedir? Asıl uyanıklık hastalık zamanındadır.
Hasta olduğun zaman Hakk’ı anar, istiğfar edersin.
Suçunun ve günahının çirkinliği görünür, bundan sonra itaate niyet edersin. (Bkz: Ben)
Bundan sonra Hak yolunda ibadet edeyim diye ahdeylersin.
Öyleyse âşikar oldu ki hastalık, sana akıl gözü ve uyanıklık oldu.
Bu sırrı bil, aslını ara. Arif isen bu sana rehberdir.
Kim uyanıksa o dertlidir. Kim agâh ise yüzü sararmıştır.
Hakk’ın cebrine inanıyorsan teslimiyetin, O’na taatini takdimin hani? (Bkz: Piraye’nin Çaba ve Tevekkül isimli yazısı)
Zincirle bağlanan için neşe, hapis olana hürriyet nedir?
Elinin ayağının bağlı olduğunu, padişah çavuşlarının seni gözlediğini açıkça gör.
Acizlere çavuşluktan sakın. Zira çavuşluk mizacı muteber değildir.

Mevlana, Mesnevî-i Şerîf, TİMAŞ Yayınları.

 

 

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 12

Bugün sabah güneşin doğumuyla kendiliğinden uyandım ve sabah ritüellerimi yaptıktan sonra yogama koyuldum! diye başlamayı çok isterdim bu yazıya sevgili sangha. Öncelikle, güneşin doğumuyla uyanmadım. Alarm 05:20’de çaldığında odanın içinde grili mavili ışıklar vardı. İçimdeki o çok cılız sese yine tutunamadım, yine tutunamadım. Kızıla çalan pembeler içinde saatler ilerlerken, sol koltuk altımda elime bir kitle gelmesi üzerine paniklediğim bir rüyadan, yatak odasının pencerelerinin baktığı apartmandan birinin bir halı silkelemesi üzerine uyandım. Uyandığımda yatakta enlemesine yatıyordum. Hiç düşünmeden elim koltuk altıma gitti, rüyadaki hisleri arandı. Bulamayınca rahatladı. Yoga odasına geçtiğimde saat 8.30’du.

Dün gece yatakta kafamdan ikinci prelüdü tekrar etmiştim. Bir ara prelüd düşünmekten uyuyamadığım bir zaman vardı itiraf edeyim. Bundan birkaç sene öncesine tekabül ediyor. Hangi hareket nerden başlıyor, hangisinin adı neydi, gizli ipuçları neydi, diye diye kafamdan serileri tekrar ederken heyecandan uyuyamıyordum. Bu ‘mental imagery’ yani zihinsel imgeleme denen şeyin aslında psikolojide de hatırı sayılır bir yeri vardır. Vaktiyle (üç sene olmuş) bir cognitive psychology ödevim için bu konuyu araştırmıştım. Uzun uzun buraya bilimsel çalışmaların bir özetini aktarmak isterdim ama belki başka zaman. Özetle, işe yarıyor sevgili sangha. Bir şeyi fiziksel olarak yapmanın tam olarak yerini tuttuğu söylenemese de, insanın zihninde kendini bir şey yaparken canlandırması, neredeyse gerçekteki aktiviteyle benzer kas fonksyonlarını çalıştırıyor ve beynin benzer köşelerini aktive ediyormuş. ‘Yapmış kadar oluyoruz’ yani bir anlamda. Yogamızın yerini alsın diye değil bunu anlatışım elbette, ama serileri içselleştirmek için oldukça elverişli bir teknik. Öbür türlü ay şimdi ne geliyordu, bundan sonra ne vardı, sağ mıydı sol muydu, dur bir notlarıma bakayım, dur bir app’i açayım diye diye bütünlüğü kopuyor yapmaya çalıştığımız şeyin.

Evet ikinci prelüd diyorduk. Her şeyi göz önünde bulundurursak, güneşe selamlara kadar iyi gitti diyebilirim. Ama o buz tutmuşluk, dokuların birbirine yapışmışlık hissi yine orada. Vaişaka’da, ashvata’da kuyruğumu aşağı uzatmaya çalıştıkça hissediyorum içerden. Sarpa’da alışkın olduğum yere inmiyor gövde, yüksekten çalışıyorum. Ne zaman sol bacak geride, sağ bacağım önde arda bujanga’ya girdim, anladım ki buradan sonrası gelmeyecek. Bir süre bir yolunu arandım, boşa koydum dolmadı, doluya koydum almadı. Leğen kemiğimle bacak kemiğim arasında birileri halat çekme oyunu oynuyor gibiydi, hayır bizimle kalacak, hayır burada duracak, hayır burada, hayır hiçbir yere gitmiyor! Gençler bana müsaade diyerek yavaşça sıyrıldım pozdan, yerdeki hareketlere. Basit ve hafif bir seri ile tamamladım. Yerde sessizce otururken odaya ve içime kuş sesleri hücum etti. Demek kafamın içindeki gürültüden hiçbirini duymamışım hareketleri yaparken.

Yogam bittiğinde elime çayımı alıp huşu içinde kuş seslerini dinlerken püfür püfür esen sabah rüzgarında balkonda günlüğümü yazmaya koyuldum diye bitirmeyi çok isterdim bu yazıyı sevgili sangha. Ne var ki, evi süpürdüm. Evi süpürmemek gibi bir seçeneğim kalmamıştı. Zaten balkonum da yok. Ama süpürmem bittiğinde keten tohumlu ve chialı mis bir avokadonun eşliğinde çayımı yudumladığım doğrudur, yaşanmıştır.

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 10&11

Bugünlerde blog biraz tenhalaştı mı sangha, yoksa bana mı öyle geliyor? Birtakım yazarlarımızın son birkaç gündür hiç sesi soluğu çıkmamakta. Eğer yokluğunuzun fark edilmediğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz!

Son iki gün çok hızlı geçti. Dün Ayça beni ziyarete geldi, okudunuz mu? İstanbul’da istesek buluşamazdık. Fırsat bu fırsat deniz kenarında bol bol kaynattık. Doktor Kemal’le olan macerasını sanırım ondan dinlememiz gerekecek. Sonrasında biraz eşyalarımı topladım, Amerika’da yaşayan ve yılın sadece belli zamanlarında açan nadide çiçekler gibi zar zor denk getirerek görüşebildiğim arkadaşlarımı ziyaret etmek için akşam çıkıp Gündoğan’a gittim. Bir senelik arayı bir saatte kapatmaya çalıştık, ama buna da alıştık. Eve dönüp hafif bir yemek yiyip yattım. Böyleydi onuncu günüm.

Bugün İstanbul’a geldim. Yirmi iki gündür evimden uzaktaymışım. En son şu an oturduğum koltuktan bu yoga günlüğünü yazdığımda ikinci turun 15. günündeymişiz. Heyhat! Eve girer girmez yüzüme ağır, beklemiş, evin her yerine yayılmış bir sıcak dalgası çarptı. Camları açtım. Mutfak yine hayvan mezarlığına dönmüş, benim meşhur minik sinekler, ve evin içine girme talihsizliğinde bulunan diğer kanatlı mahlukların cesetleri mutfak karolarının üstünde.. Çiçeklere çarptı gözüm. Çiçeklerim! Yanmışlar sıcaktan. Orkidenin tek kalan çiçeği hâlâ üzerinde ama iyi değil belli, beti benzi atmış. Bir cins antoryum çiçeği olduğunu şu an size yazmak üzere aratıp öğrendiğim diğer çiçeğimin durumu ise kritik. Zaten son zamanlarda pek iyi değildi, korkarım buradan döndüremeyeceğiz onu hayata. Kötü hissettim onları öyle görünce, bir çiçeğe bile bakamıyorsun diye parmak salladı içimdeki ses. (Söylemediklerimi siz doldurun hanımlar.) Oradan zihnim hemen Gökay’a çiçekleri sulamadığı için sinirlenerek bir çıkış yolu aradı ama o fikre de o kadar tutunamadım ki hemen kendime kızmaya geri döndüm. Adam napsın, eve 6 saatliğine filan uğradı iki iş arası.

Son dönemde yanan ve iade edilemeyen uçak biletlerimin bolluğundan, kalçam sebebiyle zoraki tatilimi uzatmaya karar verdiğimde bu Çarşamba’ya aldığım uçak biletini ne olur ne olmaz diye esnek bilet olarak almıştım. Hayatımın ilk esnek biletidir. İyi ki de öyle yapmışım. Çünkü yine planlar değişti, babam da İstanbul’a gelmeye karar verdi. İşime de geldi doğrusu, o kadar şeyi çekerek veya sırtlanarak hiç mi hiç taşımak istemiyordum havaalanlarında. Atladık bu sabah 6’da arabaya, güneş kızıl pembe bir top gibi dağların yamacını ısırarak doğuyordu. Yollar bomboştu, 8 saatte evdeydik. Uçakla gelsem zaten bir saat önce evden çık, bir saat önce limanda ol, bir saat uç, bir saat kafadan rötar, yarım saat bavul bekle, otobüse veya taksiye bin çık, trafikte takıl, eziyet çek, vs. derken zaten en erken 6 saatte filan gelebilirdim eve. Mis gibi de oldu doğrusu. 22 günlük İstanbul yokluğundan sonra yaşanacağı yüzde yüz olan bir Sabiha Gökçen şoku/kaosu/travması yaşanmadı böylelikle.

Ama şimdi gözlerim kapanıyor sangha. Buna karşı koymayacağım sanırım. Yarın sabah ikinci prelüd ile yogamı eteğimde ziller kafamda mehter marşları ve karnımda kelebekler ile karşılayacağımı umuyorum. Belki ben de Fatma’nın yazdığı gibi “Dün hayalini kurduğum pratik değildi bu sabah yaptığım. Ama dünkü hayal, bu sabahki gerçek” diye yazarım size yarın. Kim bilir?

 

 

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 9

 

yalandunya

Bugünlerde zihnim her şeyi birbirine bağlıyor sangha. Oldum olası bayılmışımdır dedektiflik oyunlarına, insanların birbirleriyle ve çevreleriyle kurdukları bağları anlamaya, ve zihnimin içinde farklı kompartmanlarda yer eden ve ayrık gibi görünen bilgilerin arasında bir bağlantı kurmaya. O yüzden olsa gerek bu köstebeklik aşkı.

Bugün yogama döndüm. Öyle, size yazdığım gibi, bir anda oluverdi. Nereye gideceğini, ne yapacağımı bilmiyordum. Isınmalar temkinli, anilasana’ya geçiş çooook yavaş. Sol kalçamın içindeki dokulara birisi buzlu sprey sıkmış gibi. Buzlu bir suçi, üzerine manduka, ve kapanış. Uzun uzun oturdum, sorular sordum, teşekkür ettim, boyun eğdim.

Kapanışın sonunda sessiz otururken aşağıdan sesler gelmeye başladı. Daha doğrusu tüm yogam boyunca gelmişti bu sesler, babam aşağıda bir şeyler izliyordu, ama ne olduğunu anlamamıştım. Tam merdivenlerden inecekken tanıdım: Kung Fu Panda! Gelmiş geçmiş en iyi animasyonlardan biri. Birkaç defa izlemiş olmama rağmen kaçıramazdım, hemen koltuğa geçip kuruldum. Tesadüf olamazdı, çünkü tesadüf diye bir şey yoktu.

Çok geçmeden şeftali ağaçlı o muhteşem sahne geldi. Shifu ile Usta Oogway’in konuştuğu, ve Usta’nın veda ettiği sahne. Her defasında olduğu gibi yine hüngür sümük ağladım, yan kanepede oturan babama çaktırmamaya çalıştım. Shifu, hırsına yenik düşerek karanlık tarafa geçmiş olan ve yüreklere korku salarak yaklaşmakta olan eski öğrencisi Tai Lung’un gelişini öğrenmiş, Tai Lung’u alt etmek üzere koca şişko panda Po’dan nasıl bir Ejderha Savaşçısı yaratacağı konusunda ümitsizliğe düşmüştür. Oogway’ın Po’yu seçmiş oluşunun bir kaza, bir tesadüf olduğunu, Po’nun aslında Ejderha Savasçışı filan olamayacağını söyler ustasına. Usta Oogway de eski öğrencisi Shifu’ya şöyle der:

‘Dostum, sen bu kontrol ilüzyonundan vazgeçmediğin sürece ne panda kendi kaderini gerçekleştirebilir, ne de sen.’
‘İlüzyon mu?’ der Shifu,
‘Evet’ der Oogway ve şeftali ağacını gösterir. ‘Bu ağaca bir bak Shifu’ der, ‘istediğim zaman çiçek açmasını sağlayamam, meyve vermesini de.’
Shifu ağacın bir tekme vurup bir şeftali düşürür ve atılır: ‘Ama kontrol edebileceğimiz şeyler de var! Meyvenin ne zaman düşeceğini kontrol edebilirim! Tohumu nereye ekeceğimi kontrol edebilirim. Bu bir ilüzyon değil, Usta!’
‘Aaah aah evet’ der yaşlı Oogway parkinsonlu gibi titreyerek, ‘Ama sen ne yaparsan yap, o tohum büyüyüp bir şeftali ağacı olacak. Ondan bir elma veya portakal olmasını isteyebilirsin, ama o şeftali olacak.’
‘Ama bir şeftali Tai Lung’u alt edemez!’ diye haykırır Shifu ümitsizlikle.
‘Belki de alt edebilir’ der Oogway, ‘eğer ona rehberlik edersen, onu beslersen, ona inanırsan.’
‘Ama nasıl? Nasıl? Yardımına ihtiyacım var, Usta!’
‘Hayır, senin sadece inanmaya ihtiyacın var. Bana söz ver Shifu, inanacağına söz ver…’
‘Deneyeceğim…’

Ve şeftali çiçekleri arasında bu alemi terk eder Usta. İzleyip siz de ağlamak isterseniz diye videonun bir linkini buraya koyuyorum.

Gelgelelim, bugün bahsini etmek istediğim şey başka türlü bir ilüzyondu, ama ilüzyondu neticede! Nereden düştü aklıma bilmem, belki de dünkü Zen ve Okçuluk alıntısı zihnimin içinde bir yerlerde dönüp duruyordu hâlâ. Kendiniz işe karışmadan bir şeyin olamayacağını sanıyorsunuz! Bu da kontrol ilüzyonunun allahı değilse neydi? Bir şey olacağına varacaksa varacaktı gerçekten de. Kaçsak da, istemesek de, hediyemiz, kaderimiz, talihimiz neyse bizi bulacaktı. Bir de ilüzyonun geri kalanı vardı aslında. Yaşadığımız fenomenler dünyasında, bize –mış gibi görünen, her şey. Yalan dünya!

Aklıma bu yalanlık düşünce köstebek burnum beni bir Upanişad’a götürdü. Bir ustanın ‘dizinin dibinde oturarak’ dinleyemeyecektim bu kadim bilgiyi ama dizimin üzerine koyduğum telefonun kindle’ından girip erişebilecektim. Öyle de yaptım. Sonra aşağıdaki mısraları buldum. Sonra biraz daha ileri gidip kendimce, hadsizce Türkçe’ye çevirdim. Bugünün arkası yarını olarak burada bırakıyorum.

Conscious spirit and unconscious matter
Both have existed since the dawn of time,
With maya appearing to connect them,
Misinterpreting joy as outside us.
When all these three are seen as one,
The Self reveals his universal form and serves
As an instrument of the divine will. 

All is change in the world of the senses,
But changeless is the supreme Lord of Love
Meditate on him, be absorbed in him,
Wake up from this dream of separateness.

Shvetashvatara Upanishad, I9-10*.


 

Bilinçli ruh ve bilinçsiz madde
Her ikisi de varoldu ezelden beri
Maya bunları birbirine bağlar göründü,
Keyif bizden öteymiş gibi gözüktü.
Ne zaman bu üçü yek olarak görülür,
Evrensel halini ifşa eder Öz,
Ve ilahi iradenin bir uşağı olarak iş görür.

Duyular aleminde her şey değişkendir
Sevginin Tanrısı ise muaftır değişimden,
Onun üzerinde tefekküre dalın, onun içinde eriyin,
Uyanın bu ayrıklık rüyasından.

*Eknath Easwaran – The Upanishads

 

 

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 7&8

Siz hiç Camel’ın Ice şarkısını dinlediniz mi? Şu an evdeki kısıtlı yalnızlığımın tadını bu şarkının eşliğinde çıkarıyorum. Her dinleyişimde içimde garip şeyler oluyor.

Bugün yine ikiledim sevgili sangha. Dün pek içimden gelmedi yazmak. Ama ne var ne yoksa okudum. Okuduklarım sonucunda içimde kabaran tüm duygulara da yapılabilecek en iyi açıklamanın yine bizim blog yazarlarından birinden geldiğini gördüm. Tansel’in çoklu kişilik bütünleşmesi tespitine tamamen katılıyorum. Ben de benzer yöndeki hislerimi anlatabilmek için birtakım sözcükler peşindeydim. Kendi yaşadıklarımın önemsizleşmesi, sadece bende olduğunu sandığım defoların anonimleşmesi, hatta defo olmaktan çıkıp ortak bir insanlık ve beşerilik paydası haline gelmesi, kafamda yeni kapılar araladı. (Ice’ı loopa aldığım için ekrandaki imleç bir süredir yerinde sayıyor..)

Hızır’daki kampımız için evimden ayrıldığım üçüncü haftanın içindeyim. Yavaş yavaş sıla hasretinin, kendi düzenimi aramanın getirdiği huzursuzluk vrittileri baş göstermeye başladı. Bu vrittileri iyi tanıyorum. Çelişkili gibi görünse de bu hal Pınarca’da şu duruma tekabül ediyor: bir yerinde duramama hali ile ne yapacağını bilememekten ötürü hiçbir şey yapamama hali. Dinamik araf. Yerçekimsiz ortamda salınım. Kendi kendinden beslenen bir atalet. Yerçekimim yerine geçebilecek olan yogamdan kısa bir süre mahrum kaldım evet, ama aslında yapabileceğim çok şey vardı. Fiziksel boyutuna ne kadar çok önem verdiğim son dönemde anlaşılan yogamı modifiye edebilirdim. Sabah erken kalkıp evin içinde belirlediğim bir köşede veya bahçede sessizce oturabilirdim örneğin. Her gün aynı saatte samapada’ya geçip, hocamla ve sanghamla temas kurup, beş dakika orada durup, sonra ellerimi göğsümde kavuşturarak emeği geçen tüm arkadaşlara şükranlarımı sunduğum bir kapanışla yogamı sona erdirebilirdim. Ve bu görünüşte hiç fiziksel aktivite içermeyen beş dakika, bana bir buçuk saat boyunca burnumdan ter damlayarak vardığım bir yoga sonrası vecd halini yaşatabilirdi tastamam. Ama yapmadım.

Yapmadım.


 “Doğru yolda” diye bağırdı usta, “amaç güdülmez, yarar beklenmez! Hedefi vuracağım diye ne kadar çabalarsanız o kadar başarısız olursunuz, amaçtan o kadar uzaklaşırsınız. Bir şey başarma tutkunuz yolunuza dikilmiş bir engeldir! Kendiniz işe karışmadan bir şeyin olamayacağını sanıyorsunuz.”

“Ama siz bana defalarca demiştiniz ki” diye atıldım, “okçuluk bir zaman değerlendirme oyunu, amaçsız bir eğlence değil, bir ölüm kalım meselesidir!”

“Yine de öyledir derim. Biz okçu ustaları bir atış – bir can deriz. Siz bunun ne demek olduğunu şimdi anlayamazsınız ama aynı düşünceyi anlatan şu benzetme belki size yardımcı olur. Biz okçu ustaları deriz ki: Yayın yukarı ucuyla okçu göğü deler, aşağı ucunda ise bir ipek ipliğe bağlı olarak yeryüzü asılıdır. Atış sırasında sarsıntı güçlü olursa bu ipek iplik kopabilir. Bir amaç güdenler ve kaba güce güvenenler için bu kopuş kesindir. Bu kişiler yerle gök ortasında orta yerde çaresiz çırpınır dururlar.”

“Peki ne yapmalıyım?” diye üzülerek sordum.

“Sabretmeyi öğrenmelisiniz.”

“Peki bu nasıl öğrenilir?”

“Kendi kendinizden kurtularak, amaçsız bir gerilimden başka bir şey kalmayıncaya dek kendinizle ilgili her şeyi geride bırakarak…

Zen ve Okçuluk, Eugen Herrigel. Yol Yayınları, sf. 54-55.