Bir Yoga Günlüğü II: Gün 5

Ah sevgili günlük. Kanepemden sesleniyorum sana. Bütün camları kapattım. Şu an evde klavye tıkırtısından başka ses yok. En sevdiğim çaydan yaptım. Birkaç mum yaktım. Birce’nin Güney Amerika’dan getirdiği palosanto‘ya ilişti gözüm, biraz evi tütsüledim. Sonra kafası dağılmış ve dayanılmaz bir dozda ajite olmuş her kadının yapacağı şeyi yaptım; evi süpürgeye tuttum. Biliyorum, daha da çok gürültü çıkaran bu alet hiç de sokak gürültüsünün iritasyonundan kafayı yiyecek hale gelen bir zihin için ilaç gibi gelmiyor. Gelgelelim, benim için pek bir panzehir etkisi yaptı.

Gün oldukça huzurlu başlamıştı oysaki. Bol ışıklı mutfağımızda sıcacık bir kahve ile üzerine superfood‘lar serpiştirdiğimiz lezzetli granolalarımızı kaşıklarken safi huşu içindeydik. Öğlene doğru yoga odasına geçtim. Dördüncü gün gerçekten de dördüncü gün yogasını beraberinde getirmişti. İkinci prelüd üzerine bolsterlı seriden yaptım. Çalışmam bittiğinde çok sakin ve pamuk gibiydim; ama bir sersemlik gelmişti üstüme. Epey bir süre konuş(a)madan yoga kitaplarıma daldım. Gökay yanımda olmasına rağmen bu süreçte o da hiç konuşmadı, benim yoga gezegeninden dünyaya inme sürecime saygı gösterdi. Böylelikle ben de yavaş yavaş geri geldim.

Sonrasında Gökay çantasını toparlamaya girişti – bu akşam Aladağlar’a gidiyor. Akşama doğru, benim yerinden oynatamayacağım bir hale gelmiş olan sırt çantasını yüklendi ve evden çıktık. Çantaya iliştirilmiş olan kazmalar ve kramponlara Küçükyalı mahalle eşrafının meraklı bakışları altında minibüse bindik. Gökay’ı binmesi gereken otobüse götürecek olan aracın gelmesine 50 dakika vardı. Ne olduysa o 50 dakika içinde oldu.

Desem yalan olur. Çünkü huysuzlanmalarımın öncesi de vardı. Öncelikle, aylardır apartmanın girişinde neredeyse yüzlerce (bence binlerce) bulunan, ama bu zamana kadar evin içinde görmediğim için kafaya pek takmadığım o minik lağım sineklerinden, bugün içinde evde bir anda 10-15 tane görmek sinirlerimi bozdu. Evet hiçbir zararları yok. Öyle vızır vızır ortalıkta uçmuyorlar da. Kondukları yerde duruyorlar sakin sakin. Ama huylandım bir kere, çünkü ortada önünü alamadığım bir durum var. Bir yerden geliyorlar ve nereden geldiklerini bulamıyoruz. Evdeki bütün giderler zaten İstanbul’umuza has o fena koku sebebiyle paket bandıyla bantlanmış durumda. İmkanım olsa beton filan dökerim! Hali hazırda kullanılır durumda olan lavabolardan gelme imkanları yoksa, nereden geliyor olabilirler? En sonunda kullanmadığımız küçük tuvaletin lavabosundan şüphelendik, sanırım da doğru tespitti. Gerekenleri yaptık ama ben yeterince huylanmıştım.

Derken sokağa çıktık. Allahım, bu ne gürültü.. Bu nasıl bir kaos.. Nasıl bir mahşer günü.. Veya ben böyle yaşıyorum. Vakit geçirmek için Bostancı’daki Yaşar Usta’dan dondurma alalım dedik. Oturalım da yiyelim böyle geze geze yemeyelim. Oturuyoruz ama, kornasız ardışık üç saniye geçmiyor, tam iftar arifesi, herkesin gözü dönmüş durumda. Bütün arabalar birbirinin üstünde. Kafayı yiyeceğim. Gökay bir şeyler anlatıyor, dikkatimi veremiyorum. Ellerimi kulaklarıma kapatıp bağırmak istiyorum. Bağırmıyorum. Zaten veda etmeyi sevmiyorum. Bir an önce bitsin istiyorum, çünkü işkence gibi geliyor şu an her şey gerçekten. Hep kafam karışıyor böyle durumlarda. Mesela şimdi bir yoga idmanı gereği bütün bu dış etmenlerden bağımsız olarak santosha‘yı aramalı ve bu seslerden rahatsız olmanın önüne mi geçmeye çalışmalıyım? Yoksa şu an bu karmaşa ve kaos içerisinde durmaya devam ederek kendime dair ahimsa prensibini ihmal mi ediyorum? Yani bu iritasyonum bir tercih mi, yoksa gerçekten benim duyu organlarım çok hassas ve ister istemez sinir sistemim böyle aşırı bir tepki mi veriyor? Kendime şefkat mi vermeliyim, yoksa bu zor durumun içinde ‘olanla’ kalarak delirmemi mi gözlemlemeliyim? Yanıtsızım. Tek bildiğim bir şey var, o da yaşadıklarımın sensory overload, yani duyusal yüklenme denen şeyle oldukça örtüşmesi. Duyusal bütünleme dedikleri şey bende işe yarar mı acaba?

Gökay’ı minibüse bindirir bindirmez yine ortalamada iki buçuk saniyede bir beş kez korna çalan bir başka minibüse binerek eve döndüm. Minibüsten iner inmez burnuma gelen o harika kokuyla beraber bu aşırı derecede ajite olmuş zihnimi yatıştırmanın olası tek bir çözümü varmış gibi görünüyordu: Pide yemek. Ve evet, yaptım bunu. Sıcacık pideyi kollarımın arasına aldım, marketten de bir tane sinek kovucu. Apartmanın basamaklarını uçarak çıktım, kapıyı kapatıp bir oh çektim. Biraz pideyi kemirdim. Sonrasında dedim ki, yarın sabah evde tek başınasın. Sabah kalkman gerekecek. Bugünkü hazırlık esnasında yoga odası da kirlendi diye aman bahaneler üretmeyesin! Kaptığım gibi bütün evi süpürgeye tuttum. Bir iyi geldi ey okuyucu, sana anlatamam. Sonra işte yazımın başında bahsettiğim ritüeller ve sağolsun şu bir bardak çay sayesinde biraz kendime geldim, yatıştım. Bu yazıyı postalar postalamaz da yatağa yollanıyorum. Yarın kaldığımız yerden devam!

overload
Böyle zamanlarda ben. http://ghostlystatic.deviantart.com/art/Sensory-Overload-654568539

Bir Yoga Günlüğü II: Gün 5” için bir yanıt

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s