Gam gasavet keder bugün hava adeta. Anladım bir yoldaş lazım insana şu hayatta. İnsanın her şeyi tek başına yapması gerektiği algısı son derece yapay ve sanıyorum son birkaç yüzyıla ait bir olgu.
Bir tereddütle yeniden başladığım #28günyoga süreci, ne yalan söyleyeyim, başlar başlamaz meyvelerini vermeye başladı. Tereddütümün sebebi aslında sürecin kendisinin, karşı olduğum birtakım kavramlarla çelişiyor olması. Bir nevi oksimoron. Sosyal mecralarda yoganın mahremiyetinin bu kadar ifşa ve ihlâl edildiği şu günlerde, yoga üzerine bir yazı dizisi yayımlamak abesle iştigal değildir de nedir? Değilse, başka ne olabilir?
Ben kendimi bildim bileli yazmayı çok sevdim. Lise ve üniversite yılları boyunca pek çoğumuzun omuriliğinden bir refleksle nefret ettirilegeldiği kompozisyon ödevleri benim koşarak yaptığım ödevlerdi ve genelde de bu tarz ödev ve sınavlardan iyi not alırdım. Artık pek yapmadığım, ama o sıralar içinde olduğum hayatın ve kişiliğin ayrılmaz bir parçası olan şarkı sözleri vardı yazdığım. Bazılarını o zamanki müzik grubumuzun bestelediği parçalar için kullanırdık. Çoğunu da ben kendi buhranlarımla başa çıkabilmek için yazardım. Üniversiteden yıllar sonra teknik olarak hiçbir şey bilmediğim bir konu olan Psikoloji biliminin yüksek lisans kabülünü de, 18 günlük bir çalışma sonrası içimde sindirdiklerim sonucunda sınavda yazdığım kompozisyon ve başvuruda verdiğim niyet mektubuna borçlu olduğumu düşündüm hep. Arkadaşlarım, ailem, hep yaz yaz yaz dedi. Engellenmedim; desteklendim.
Buna karşın çok da uzak olmayan bir geçmişe kadar yazdıklarımın kimseyi ilgilendirmediğini düşündüm. Çoğunlukla yazdıklarımdan utandım. Bir insan bir şey yazmak istiyorsa en temelinde kendi için yazdığını, dolayısıyla eğer bunları paylaşma arzusundaysa kendi içindeki ilgi eksikliğini gidermek için yazdığını düşündüm. Ve bu kabul edilemezdi! Ben de çoğu ihtiyacım karşısında yapmakta iyi olduğum şeyi yaptım; bu ihtiyacımı bastırdım. Bastırınca hiç olmamış gibi olacak sandım. Tabii ki öyle olmadı; bastırılan her şey gibi kafamı giderek daha da kurcalamaya başladı.
Yazıyla olan ilişkim ve yazdıklarımı paylaşma ihtiyacıma karşı takındığım bu katı ve hor gören tutum, diğer tüm ihtiyaçlarıma da nasıl yaklaştığımı aynalayan bir tutumdu aslında. Bir şeye ihtiyacım olduğu için kendini hakir gören bir parçamın kuvvetli sesini duyuyordum içimde. Tüh tüh, vah vah, diye dalga geçen, alaya alan bir ses. Hayatıma yoga ve terapi girdikten sonra fark ettim ki, insanın bir şeye ihtiyacı olması ‘okey’miş. Olurmuş öyle, normalmiş. İşte o zaman bir aydınlanma yaşadım. Self-destruction, yani öz-yıkım hali, illa dramatik bir şekilde insanın kendi hayatına son vermesi gibi ‘uç’ bir hali tanımlamak için kullanılmıyor. Aktif bir şekilde kendi kendine zarar veren bir eyleme girişmiş olmak gerekmiyor. Hali hazırda var olan ve var olmaya hakkı olan bir ihtiyacı da kendimizden esirgediğimizde aslında kendimize zarar vermiş oluyoruz. Bu aydınlanmayla beraber benim bin başlı ejderlerimden birinin gizemi böylece çözüldü. Aç mısın? Boşver sonra yersin. Susadım. Sonra içersin. Yoruldun mu? Durma, devam et! RAP RAP RAP! diyen bu ejder hâlâ yanıbaşımda, nefesi hâlâ ensemde. Ama en azından şimdi mahalleyi ona bırakmamayı biraz daha öğrendim. Kendi zayıflıklarıma dair bütün bu satırları yazıp birkaç dakika sonra paylaş butonuna basacak olmam da bunun bir başka kanıtı.
28günyoga diyorduk. İşte ben ihtiyaçlarımın farkına varmayı karşıma çıkan hocalarım ve dostlarım sayesinde öğrendim. Kimi zaman onların yazdığı bir şey, söylediği bir söz, bahşettiği bir omuz, bana destek oldu. Paylaşılan kimi zaman sadece kelâm, kimi zamansa safi varlıklar oldu. İnsanın en büyük ızdırabı bu evrende kendini yalnız hissetmesi, yaşadıklarında yalnız olduğunu sanması değil mi? Yalnızlık hem sembolik hem de gerçek anlamıyla bakıldığında insanoğlu için tek bir şey demek: ölüm. Arkadaşların ve sosyal çevrenin desteğiyle sarmalanmış hissetmenin depresyona karşı en büyük ilaç olduğunu kanıtlayan pek çok bilimsel çalışma da var artık. (Bkz. Ünlü Harvard çalışması) İşte bu 28günyoga olayının da bu amaca hizmet ettiğini düşündüğüm ve gözlerimle gördüğüm için yeniden ikna oldum başlamaya – ve paylaşmaya. O yüzden de bunun yoga çevrelerinde sıklıkla gördüğümüz bir “meydan okuma”, nam-ı diğer “challenge” gibi algılanmasındansa; kişilerin birbirlerinin yolculuklarından ilham ve destek aldıkları bir nevi modern alcoholics anonymous gibi algılanmasını tercih ederim.
Ben örneğin, bu kasvetli günün sabahında benim Bey’in desteğiyle çıktım yataktan. Sabah ay halimin yakın olduğunu hissettiren emareler olduğu için bizim klasik serilerden birini yapmadım. Udiyanaları bıraktım. Günlerdir PMS halinin laçkalaştırdığı sinirlerimin biraz dengelenmesine ihtiyacım vardı. (Bkz. ihtiyaç) O yüzden biraz çök kalk, biraz bacak kemiklerine iç-dış rotasyon, bolca da kemiklerin birbiriyle ve sert zeminle temas içinde olacakları pozları seçtim. Sonra da sırtımda bir minderle geriye uzandım. Her ne kadar Şirince kampında Sıtkı’nın yaptığı masajdan sonra sağ dizimde oldukça net bir iyileşme olmuş olsa da, Padmasana’ya hâlâ çok temkinli girebiliyorum. Sol tarafta Padma’ya hiç giremiyorum. Olsun varsın. Bugünü böyle kapattık.
Birinci günün sonunu, Karadeniz yöresinden bir kuple ile getirelim.
“Şu yalancı dünyada
Her canlı bir eş arar
Taşın kalbi yok ama
Onu da yosun sarar.”
Pokut Türküsü

👍👍💪❤️
Sent from my iPhone
>
BeğenLiked by 1 kişi