Bir Yoga Günlüğü III: Gün 20-22

Hoca yazmış, son dördün blues diye. Hem de ne blues, sangha. İçim kıyıldı bluğluktan.

Yazmayayım, modumuzu düşürmeyeyim diyorum. Sanki blogun modu benim yazdıklarıma bağlı. Örnek ol diyorum haydi kuyruğu dik tut, bırakma. O da olmuyor. Hayatıma yoga girmeden önce ölümüne depresif olabildiğim zamanlarımı özlüyorum. O zaman depresif olmaya hakkım vardı. Yogadan sonra o hakkımı elimden almışlar gibi hissediyorum.

Ayın 5’inde İstanbul’a döndüğümden beri, doğum günüme tırmanan aralıkta içime çöreklenmeye başlayan bu illet, Gökay ayın 9’unda doğum günüm vesilesiyle bir günlüğüne geldiği zaman hafiften aralansa da oradaydı. Üstünden bir koca hafta geçti. Gökay Cuma akşamı tekrar Lüleburgaz’dan döndü, bir gün kaldı, bu sabah Gürcistan turu için tekrar yola düştü. Geldiğine sevinmek yerine nasılsa yine gidecek diye ipleri benim sevmediğim bir karanlık suretime bıraktım, bütün gün didiştik. Derslere gitmek için sokağa çıktığım zaman bir değişiklik oluyor evet. Dersler de benim gibi durgun geçiyor, ya da ben öyle zannediyorum. İlhamsızım bu aralar. Hayatın minik mucizevi ağlarını göremiyorum. Gözlerim bağlı.

Bu ağır ve katran gibi yapış yapış ruh halimde 15 Temmuz’un hatırı sayılır bir payı var sangha. Son bir haftadır sokağa çıktığım nadir zamanlarda etrafta gördüğüm 15 Temmuz afişleri, her yeni birini görüşümde tekrar yok artık! diyeceğim kadar korkunç, üzücü, aşağılayıcı.. Zavalı fotoşoplar, askere el kol yapan adamlar, terörist maskeli askerler – iyi asker mi kötü asker mi olduğunu bilemediğimiz. Kırmızı bir Desoto kamyonu kullanan siyah çarşaflı bir kadın.. Tankların üzerine sürüyor heralde. Tüm bunların altında bu milletin cumhurbaşkanının amblemi. Yazmış altına, Cumhurbaşkanı’nın Himayelerinde diye. Ne güzel yazmış. Sanki oyun afişi. Ne oluyoruz her bir halt cumhurbaşkanının yüksek himayelerinde. Evet, aslında her şey öyle de, bari yazmasaydınız bu kadar acıklı, ucuz, aşağılık posterlerin üstüne. Sonra neymiş efendim Türk Telekom 15 Temmuz konulu bir resim yarışması yapmış. Kazanan, yüzü düşük, ağlamaklı bir bordo bereli, altında uyduruk pastel boyalı resme rağmen görülebilen ‘sakallı’ gençlik.. işte yüce millet! Ve bütün gün ‘taraf’ mı değil mi anlayamadığım bir sürü kurum, kuruluş ve belediyeden 15 Temmuz’da yok tüm gün iletişim bedava, yok bu hain günü kınıyor, şehitlerimizi rahmetle anıyoruz diyen mesajlar.. Boğaziçi Üniversitesi’nin kapısında bayraklar, kutlamalar. Tutunamıyorum sangha. Haberleri izlemesem de, feysbuka bakmasam da, gazete okumasam da, sızıyor işte her bir yerimden içeri. Dün gece galiba sahil tarafında ‘kutlamalar’ vardı, uzaktan sloganları, bağırış çağırışları duydum. Sonra dakikalarca, kamyon, tır, otobüs gibi büyük araçlara ait olduğunu düşündüğüm korna geçidi başladı, deli danalar gibi. Bu insanlar neyi kutluyor? Her zaman umut vardır, ve yapılacak hâlâ çok şeyimiz var diyor Defne Hoca. Evet var.. da.. artık bahsettiği ‘tepkici’ gençlikten eser yok sanki. Psikolojik bir limit aşıldı, insanların iradeleri kırıldı. Geziden beri kimse doğru dürüst organize olup da bir şeye tepkisini belirtmek için sokağa çıkmadı. Türk milletinin bu sporadik patlamaları meşhurdur. Bir sene çıkıp basketbolda avrupa şampiyonu olup sonraki beş sene takımın esamesinin okunmaması mesela aynı sporadik patlamanın ürünüdür. Belki bir şu adalet yürüyüşü vardı son zamanların enteresan olayı, onun da bir şeyleri değiştireceğinden zerre kadar ümidim yoktu. Artık hiçbir şeye heyecanlanmıyorum sangha. Kali Yuga diyorum, işime bakmaya çalışıyorum. Cem Şen’in ‘bu memlekette insanlar işlerini iyi yapmadıkları zaman asıl ümit kalmamıştır’ gibi bir sözünü hatırlıyorum. Yani siz her ne yapıyorsanız en iyisini yapın diyordu. Adam haklı. Sokağa çıkıp da en ufak işini bile rast getiremediğin zaman, baktığın her yerde, gittiğin herkeste bir başıboşluk gördüğün zaman asıl o zaman bütün kalbin çöküyor, ümidin kalmıyor. Simitçiye gidiyorsun tersleniyor, bir devlet görevlisine işin düştü diyelim, sen derdini anlatmaya çalışıyorsun adam yüzüne bile bakmıyor. Gaza gelip sahile slackline kurmaya gitmişsin diyelim, yasah diye bir ‘özel güvenlik’ bitiyor yanında anında. Sabaha kadar ateş yakıp mangal yellesem yasah değil ama. Otobüse biniyorsun, acele etsene bayan! diye bağıran, gömleği göbeğine kadar açık, tespihli, başka yerde seni görse anında seni düzmeyi düşünecek bir adamın yanında akbil basıyorsun. Nerede ümit?

Uğur Mumcu öldürüldüğünde ben ilkokul 2’ye gidiyormuşum, şimdi hesapladım. O zamanlar Çankaya’da, eski Anayasa Mahkemesi’nin yanından giren Sedat Simavi sokakta otururduk. Evimiz muhafız alayının bahçesine bakardı. Hafızamı yokluyorum ama 93 yılında beni okula götürüp getiren servis Gaziosmanpaşa’ya uğruyor muydu hatırlayamıyorum. Biz oradan taşındıktan sonra da bindiğim servisler hep Gaziosmanpaşa’dan geçmeye devam etti çünkü. Hatta oradan geçmekle kalmaz, Uğur Mumcu’nun sokağına da uğrardı, birini alırdık oradan. Arabasının havaya uçtuğu noktaya, grili, pembeli betondan bir anıt yapıldı sonra. O yaşta ne bu adamın kim olduğunu biliyordum gazeteci oluşu dışında, ne de niye öldüğünü. Ama ‘faili meçhul’ olduğunu biliyordum. Ölmemesi gereken biri olduğunu da.

Siyasi olayların merkezi olan Ankara’da büyümüş olmama rağmen, evde siyasete dair çok bir şey konuşulduğunu hatırlamıyorum. Annemle babamın her ikisi de üniversite zamanlarında bütün o olaylı günlere denk geldikleri için, ölümüne korkarlardı aktivizmden. Ben de bu nedenle alabildiğine apolitik büyüdüm diyebilirim. O dönemlere dair, ülkenin bir kabusa yuvarlanmışçasına ‘gencecik çocukların birbirini vurduğu’ndan başka bir şey bilmezdim. Merak da etmemişim demek ki. Bir fikir ve ideolojinin peşinde insanın kendini oradan oraya sürükleyip heba etmesini hiç anlayamamıştım. 22 yaşında, 25 yaşında çocuklar.. Yıllar sonra merak edip de Deniz Gezmiş’i araştırdığımda 25 yaşında ölmüş olmasına inanamamıştım. Koca devlet 25 yaşındaki bir çocuğu neden assındı? Ve resimlerinde ne kadar da büyük görünüyordu. O dönemki çocuklar belki de erkenden büyüyordu. Annem zaten 25 yaşında anne olmuştu. Bırak 25 yaşını, annemin 17-18 yaşındaki fotoğrafları bile o zamandan kocaman bir kadın gibiymiş. Ben 17-18’imde ayağımda kırmızı konversler kolumda deri bileklikler belime kadar dökülen saçlarımla metal konserlerinde gezerken annem kulağında inci küpeleri fönlü saçları ve kalem eteğiyle o zamanın olgun modasının gayet güzel bir ikonasıymış. Evet, belki de o zamanki çocuklar gerçekten erkenden büyüyormuş.

Ne anlatacaktım, nerelere geldim..

Kısaca bir yogamı da toparlayayım mı sangha. Ya da toparlamayayım, dağınık kalsın. 20. gün Nefes Alan Her Canlı Yoga Yapabilir: Episode Bandha idi. Sağ kalçam bana korkulu saatler yaşatıp ertesi sabah hiçbir şey olmamışçasına uyandığı için paranoyaklaştım iyice. Ne olur ne olmaz bir kuytuda sinsi sinsi beni bekliyordur diye o gün yogamı yerde yaptım. Isınmaları oturduğum yerden yaptım, bolca bandha ve türevleri çalıştım. Dinamik udiyana, lauliki. Lauliki’de bir tarafa biraz daha iyi ama soldan sağa çevirirken zorlanıyorum, sol elle yazı yazmak gibi garip bir şeye dönüşüyor. 21. gün Gökay içerde uyurken kısa bir ayakta seri yaptım. Bu hafta diğer D Hocanın kursu var. Bacağım bir numara çekecek mi diye pıstım bekliyorum. Bugün sabah yoga yapmadım kalkınca. 7 gibi uyanıp sabah bülbüllerime gecikmiş bir selam verdikten sonra mutfak penceresine yollandım. Binaların arasından görünen denize baktım. Hava çağırdı, beni ele geçiren sabah bıkkınlığını üzerimden atmak için lenslerimi bile takmadan evden çıkıp sahile indim. Bu sabah bıkkınlığı gerçekten bir hastalık olmalı bence. Morning sickness. Severim de aslında sabahları. Bazen diyorum acaba yogadan evvel her sabah kendimi önce bir evden dışarı atıp biraz yürüsem mi? Tamam makbulü uyku ile yoga arasına başka hiçbir vritti sokmamak belki ama şu sıralar özellikle sabahları bir an evvel motoru çalıştırmazsam bir bataklığa saplanıyor sanki vrittiler, sabah ilk iş yoga da yapsam balçık içinde oluyor zihnim. Bu günkü gibi sabah erkenden dışarı çıktığım her sefer, sabahın bu saatlerini her gün kaçırdığım için çıldırmış olmam gerektiğini düşünüyorum. Manyak mısın kızım sen? Bisikletini alan gelmiş, yürüyüş yapanlar, ürkekçe koşanlar.. Ben de oturdum bir banka. Zaten yeşil alan çalışması diye Bostancı’dan Küçükyalı’ya uzanan sahil şeridini tarumar ettiler doymakbilmezler. Bir bırak yeşil alanı kendine ya, bir bırak! Neyse. Oturduğum yerde manzara böyleydi. Ben de Kaş’taymışım da bu fotoğrafı ordan çekiyormuşum gibi bir havaya girdim.

IMG_2847

Sevgili sangha, bir sonraki 28günyoga turu için aranızdan bir veya birkaç tavşan atlet’e ihtiyacım var. Her gün yazamasa da tüm yazılanları, hatta yorumları okuyan, takip eden, belki yazılar arasında minik bağlantılar ören, liderlik bayrağını benden devralacak birilerine. Ben de böylelikle bu döngünün başında hayal ettiğim tam kapasite sosyal medya inzivama çekilebilir, öyküme biraz hız verebilir, biraz geride kalmanın tadını çıkarabilirim. Veya beni ayakta tutan şeylerden biri bu blogun sorumluluğuymuş mesela, o da elden gidince temelli koyuveriyormuşum kendimi. Olmaz heralde.

 

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 20-22’ için 4 yanıt

    • pinarustun

      Ben de şimdi senin yazını okudum. Sen de güzel özetlemişsin durumu Başak. Benim de neredeyse burada hiç arkadaşım kalmadı gibi bir şey. Gitsek ayrı, kalsak ayrı. Ben çok seviyorum bu ülkeyi. Aşırı klişe olacak belki ama her yeri ayrı cennet gerçekten. Ama nereye gidersen git o kafa da orada. Ve git gide cennet de kalmayacak. Bilmiyorum :/

      Beğen

  1. zeynep

    Merhaba Pınar. Sana şunu söylemek için yazıyorum: Türkiye’de yaşayabileceğin başka şehirler, gündelik hayatında gülümseyen ve kolaylaştıran insanlarla karşılaşabileceğin başka yerler var. Bu yerler, doğal olarak, metropol olmadıkları için, bir yoga dersinden diğerine koşabilme, en iyi müzisyenleri sahnede izleme olasılığı düşük olabilir. Ama özetle, soru “Ülkemde mi değil mi?” şeklinde sorulabileceği gibi, “İstanbul’da mı değil mi?” şeklinde de sorulabilir. Sevgiler 🙂

    Beğen

Yorum bırakın