Fransız balkonundan bozma salon camının önünde, yerde oturuyorum. Malum eve akşamüzeri 3 ile 5 buçuk arasında direk güneş ışığı giriyor. Her defasında imarına nasıl izin verildiğini aklım almayan Feneryolu’ndaki hilkat garibesi dörtlü gökdelenin tepesinden dolanıp, yine hemen karşı çaprazımdaki on yedi katlı binanın arkasında kayboluyor. Bu değerli birkaç saat boyunca ışığın düştüğü yerlerde, yani camın önündeki parkeler ve kanepede, türlü türlü şekillere girip güneşin ısısını içime çekmeye çalışıyorum. Bazen bir şekerlemeye yuvarlanıyorum. Bugünse yazmak geldi içimden, ama kimin okuyacağını bile bilmiyorum bu yazıyı. Sanki yokmuşum gibi hissediyorum şu sıralar, hiç olmamışım gibi. Karantina tarafından yutulmuşum gibi, görünmezmişim gibi. Bu yaşıma kadar dünyaya herhangi bir mevcudiyet koymamışım gibi.
Önceleri çok iyi gelmişti bu görünmezlik. İlk kırk gün neredeyse hiçbir şey yapmadım zahirî hayata dair. Öğrencilerimle her Çarşamba akşamı bir araya geldiğimiz Zoom buluşmaları haricinde en ufak bir yaşam belirtisi göstermedim. İnstagram hayatımdan ilk elenenlerden oldu. Kendimi yogaya, kitaplara, günlüğüme, ay takvimine verdim. Hemen herkes gibi mutfağa bir de tabii. Eve güzel bir nizam getirdim. Öğününe bakmaksızın kendime mükellef sofralar kurdum, bulaşıkları hiç aksatmadım. Camları bile sildim. Gelgelelim şimdi, son birkaç gündür yani, gittikçe ağırlaşan ve içime katran gibi yapışan bu karantinaya yenik düşüyorum gibi hissediyorum. Temiz bulaşıklar makinanın içinde, kirliler ise evyenin içinde kaderlerine terk edildiler. Katı meyve sebze sıkacağını içinde kalan posaların ertesi güne küflenmiş olacağını bile bile temizlemedim. 48 günlük Drops rekorumu ve bununla birlikte gelen bonusları feda ettim. Dişlerimi fırçalamadan, makyajımı çıkartmadan yatağa girdim. Şu hayattaki en tehlikeli şeyin boşvermişlik olduğuna karar verdim.
Benim için domuz gribi olmamla başlayan (kesin koronaydı) ve 61. gününe giren olağanüstü hâl boyunca pek çok kişi bana yalnızlığımı nasıl yaşadığımı sordu. İyi miydim? Çok yalnızlık çekiyor muydum? Bana pek öyle gelmiyordu. Oldum olası kendi kendimi oyalayabilen biri olmuştum. Evde okunacak kitaplar ve yazacak güzel bir kalem olduğu müddetçe temel ihtiyaçlarımın çoğu giderilmiş gibi hissediyordum. Yaptığım yemeklere inanamıyor ve Migros Sanal Market’in hep istediğimden fazlasını getirmesinden ötürü çakılı vaziyette olan buzdolabımla iftihar ediyordum. İçe kapanıklığımla mutluydum. Ama içimdeki Yengeç fark etmeden iyice kabuğuna çekilmiş, kıskaçları arasında tuttuğu ‘hizmet dışı’ pankartıyla karanlık mağarasının dehlizlerine doğru yürüyordu. Mizaç hayata karşı işliyordu.
Son günlerde huzursuz bir hayvan gibi içimi kemiren şeyin ne olduğunu bugün buldum. Bu yazı da işte onun neticesinde doğdu. Derdim yalnızlık değil, şahitsizlikti. Etrafımda yaşadığım günlere tanıklık edecek birileri olmadığı için, yaşamıyorum gibi hissediyordum. Kim olduğumu unutmuş gibi. Bana kimsin diye sorsalar, uzak bir hatırayı zihnime çağırmak istercesine ufka dalıp gideceğim adeta. Şu hayata ne yapmaya gelmiştim, bana verilen görev neydi, ben neydim? Haftalardır zerre kadar elimde olmayan bir uluslararası hadise (uçuşlar ne zaman başlayacak?) üzerinde düşünüp endişelenmekten başka herhangi bir faaliyetim olmamıştı. Bu endişe yokken ben kimdim?
İşte tekrar bunu bulmak üzere, yine istemeye istemeye, içine çekildiğimde güvenli gelen ama zamanla üzerime kapanmaya başlayan bu kabuğu silkelemek için bu yazıyı sosyal medyanın boşluğuna postalayacağım şimdi. Echo Echo Echo. #operasyonkabukkır

Tam böylemiydi hatırlamıyorum, mealen diyelim; bir yumurtanın kabuğu dışardan kırılıyorsa artık içinde bir hayat olmadığı içindir, içerden kırılıyorsa yeni bir hayat söz konusudur. Senin kabuk da o niyetle içerden kırılmış ki, yazmışsın. Hayırlara varsın.💚
BeğenLiked by 3 people
Ay T, yine bir metaforla bin anlama dokunmuşsun. Sen şair olmalısın dostum.
BeğenLiked by 2 people
Bu civcivin yüreğine su serptin. Sağol var ol Tansel!
BeğenLiked by 1 kişi
Canım! Birbirimizi yoklaya yoklaya başımızı çıkaracağız kabuklardan. Minik deniz kaplumbağaları geldi gözümün önüne 🙂 İyi ki ses verdin 🧡
BeğenLiked by 1 kişi
Ben de çok sevdim bu metaforu. Sen de iyi ki ses verdin :*
BeğenLiked by 1 kişi
Bu şahitsizlik halini ben Tayland günlerimden çok iyi hatırlıyorum. İnsanların neden kendi kendilerine konuştuklarını da o yıllarda anlamıştım. Bir hayali okur var içinde, sanki hep ona konuşuyor, ona anlatıyor, onun huzurunda yaşıyorsun her şeyi. Senin de öyle mi?Benim için bu tam olarak çocukluğun tarifi, çocukluğumdaki yalnızlık bende hayali şahidi yaratmıştı. Yazmanın sırrıdır bence bu hayali şahit. O bir defa doğunca, sen içine de kapansan, dışarı yazılar taşar. Güzel tarafı recognition tasası taşımadan onları uzay boşluğuna bırakmaktan başka da bir şey yapmaya gerek yok. Sevgili yazar, biz buradayız. Sen neredesin?
BeğenLiked by 3 people
Benim bloglar da tam işte o noktada çıkmıştı. Günlerce, haftalarca tek başıma yolculuk ettiğim zamanlardan.
BeğenLiked by 1 kişi
Verimli bir şahit aslında o
BeğenLiked by 1 kişi
İçimden geçeni yazıya dökmek pek bana verilmiş bir hediye değil ama sen yazınca bendeki de yansıdı, görünür oldu. İyi ki varsın ve iyi ki yazdın
BeğenBeğen