Yogayla tanışmam, belki de pek çok kişi gibi, tesadüf eseri oldu. Hatta öyle uzun bir olaylar zinciri neticesinde oldu ki, “hayat kesin beni buna hazırlıyordu!” diye düşündüm.
Üniversitenin son yılıydı. İki ve üçüncü sınıfı, o zamanlar Ankara Üniversitesi çatısı altında olan Atöyle Oyuncuları’nın iki sene üstüste çıkarttığı oyunlara müzik yaparak geçirdik. Sene içinde provalara beraber giriyor, sene sonuna doğru sahnelenen oyunlarda da canlı olarak müzikleri yapıyor, onlarla beraber turnelere gidiyorduk. Dördüncü sınıfa yapacak bir aktivite kalmadı.
Hareket etmek, vücudumu geliştirecek bir şeyler yapmak istiyordum. Spor salonuna gidip koşu bandına çıkma fikri korkunç geliyordu. Belirli bir derinliği olan, sırtını bir felsefeye yaslamış bir hareket sistemi arıyordum. Aradığım şeyi Tunalı’da Karum’un oralarda bir sokak direğinin üzerinde buldum. Bir Aikido dojosunun ilanıydı. Aikido’ya ilişkin en ufak fikrim yoktu, yalnızca Uzak Doğu kökenli bir savaş sanatı olduğunu biliyordum. Numarayı aldık, birkaç arkadaş bir akşam dojoya gidip dersi izledik. Aradığım şey buydu, büyülenmiştim. Sanırım hemen o akşam kaydımızı yaptırdık. Böylelikle benim için yaklaşık olarak üç sene sürecek, ama yankıları ondan da derin olacak, hatta belki de beni şu an bulunduğum yere taşıyacak olan Aikido dönemi başladı.
Aikido yolculuğu son sürat sürerken ve kyu’lar bir bir atlanırken, tıbbi bir mesele yüzünden sekteye uğradı her şey. Uzun bir süredir regl dönemlerim sıkıntılı geçiyordu. Ortaokulda, lisede yaşamadığım şeyleri yaşıyordum. Karnımın ağrısı midemi bulandırıyordu. Yumurtalıklarım acıyordu. Doktora gittik, kist çıktı ultrasonda. Ama ne kist! Doktor dedim ben Aikido yapıyorum, bir sorun olur mu? Doktor tabii ki de bilmiyor Aikido filan, anlatıyorum işte şöyle yere düşüyoruz, böyle hareketler var, taklalar vesaire. Yok diyor, bu kist çok büyük, olur olmaz zamanda patlayabilir, düşersin patlar, suya yüksekten atlarsın patlar. Bir korku perdesidir sardı etrafıma. Doğum kontrol hapı da verdi. Bir de ameliyat dedi, ameliyatsız katiyen geçmez. Ameliyat lafını duyunca başka doktora yollandık. O da ameliyat dedi. Bir üçüncüsünü bulduk. Durun bir bakalım dedi üçüncü, ameliyat biraz beklesin, zaten vücut bunu kendisi yapıyor, ameliyat olduktan sonra yine olabilir. Doğum kontrol hapının himayesinde hayata devam ettim, bu korku senaryoları eşliğinde Aikido’ya üzülerek ara verdim.
Tam olarak kaç ay uzak kaldım hatırlamıyorum. Bir süre sonra üçüncü doktor da ağız değiştirdi, ameliyat demeye başladı. Kesinlikle geçmez yoksa dedi. Kafamıza yatmadı, olmadık ameliyatı. Ben Aikido’ya döndüm, bir kyu daha atlayıp 3. kyu oldum. Ama o sırada hayat beni başka yönlere sürüyordu, devam edemedim. Böylece kursağımda bir yerlerde kalmış oldu Aikido, ve ilk hocam Bora Sensei. Allahtan arada bir görüşüp hasret gideriyoruz. Babam arada bir takılıyor, devam etsene şu aiküdüye diye. Kim bilir, belki bir gün yeniden başlarım kaldığım yerden. Bense Aikido’dan bana kalanların şu an Shadow Yoga ile birlikte yeniden alevlendiğinin bilincinde olarak, bunu aynı ruhun kendi içimde bir reenkarnasyonu olarak görüyorum. Ama Shadow’a daha yıllar var!
O dönemde Aikido’dan kalan kalp kırıklığıyla, daha yumuşak ama en azından ‘Aikido gibi’ bir felsefesi olan başka şeylerin arayışına girdim. Yoga dedim herhalde iyi gelir. Yumuşak da. En ufak fikrim yok yogaya dair ama niyeyse yumuşak olduğuna dair bir takım inançlarım var. Böylece başladım o zamanlar Ankara Çayyolu’nda bulunan Yoga Yolu’nda Serpil ve Deniz Öztürk ile derslere. Sene 2009 oldu, ben ODTÜ’de bir yandan İşletme masterı bir yandan da bölümde asistanlık yaparken. Yogayla beraber haftada bir at binmeye başladım. Hayatımın en mutlu dönemlerinden biriydi. Rutin kontrollerden birinde doktor kistin hangi yumurtalıkta olduğunu bulamayınca anladık ki ameliyatsız gitmez denen kist de gitmiş yok olmuş.
Derken 2010 geldi, Ocak’ta İstanbul’a taşındım, Şubat’ta işe başladım. İş kısmını herhalde başka yazıda yazarım, düşündükçe kanım donuyor. O üç buçuk senelik eziyet süresince, Ankara’da bıraktığım hocalarım gibi başka hoca ve stüdyo bulamamaktan muzdarip, yogadan mahrum bir şekilde aylar boyu Cihangir Yoga’nın websitesine bir platonik aşık gibi bakıp iç geçirdim, Gebze’den çıkıp Fındıklı’daki derslere yetişmenin planlarını yaptım, hayallerini kurdum. Çalıştığım süre boyunca da bu hayali gerçekleştiremedim. Çünkü fiziksel enerjimin yanı sıra ruhsal enerjim de suyunu çekmişti, hayata dair en ufak bir şey için ne gücüm ne motivasyonum vardı. O dönem sanırım yurt dışında seyahat rotası ve uçak bileti ayarlayıp yollara düşmekten başka da bir eğlencem yoktu. Depresyon böyle bir şeymiş meğer. Onu bile anlayacak halde değildim.
Yine bir buhran günü internette gezinirken Murat Gülsoy’un Yaratıcı Yazarlık Atölyesi’ne denk geldim. Tunalı’daki sokak lambasını gördüğüm zamanki gibi oldum, kafamda bir ampül yandı. Boğaziçi Üniversitesi’ne ilk gidişim bu vesileyle oldu. Gel de şimdi her şeyin bir tesadüften ibaret olduğuna inan. Fabrikadan çıkıp arabayla yardır yardır 45 dakikada atıyordum kendimi BÜMED’in kapısından içeri. Emektar Auris! Bu atölye sayesinde Boğaziçi’nde Yaşamboyu Eğitim Merkezi diye bir şey olduğunu keşfedip, hiç nedendir bilinmez, acaba akşamları iş çıkışı gidip Psikoloji öğrenebileceğim bir program var mıdır araştırmaya başladım. Tabii ki de böyle bir şey yoktu. Şeytan dürttü, Boğaziçi Psikoloji’nin websitesine girip yüksek lisans için bakındım; 2012-2013 dönemi için kayıt almıyoruz diye kısa, soğuk bir cümle vardı duyurular sayfasında. Sayfayı kapatıp sefil hayatıma geri döndüm.
Yıl 2013 olup da işe dair bütün umutlarım bittiğinde, ve gerçek dip geldiğinde, hayatımla ne yapacağımı bilememenin çaresizliği içinde her sabahın 5:45’inde kalkıp bir ölü olarak işe gidip bir ölü olarak eve geri dönüyordum. Olur olmaz sürekli ağlıyordum. Bazen eve gelip koltuğa yığılıp saatlerce boş boş tavana baktığımı hatırlıyorum. Anlamsızlık. Boşluk. Hayatım havada asılı kalmış gibiydi. Hani Shelob sarıp sarmalıyor ya Frodo’yu mağarasının derinliklerinde, işte birisi de sanki beni öyle örümcek ağlarıyla kaplamış, elimden bir şey gelmez vaziyette, ne yapsam da kendimi içine soktuğum durumdan kurtarsam diye kasılmış kalmışım. Mart ayı geldi. Nasıl oldu bilmiyorum, koltukta iyice kaykılmış, laptopu göbeğime koymuş, fütursuzca kariyer.net’in dehlizlerinde gezindiğim bir an aynı şeytan gene dürttü. Şu şey vardı hani ya bir baksana şu şeye. Google’a psy boun yazdım, sitenin duyurular kısmına attım kendimi. 2013-2014 dönemi için yüksek lisans başvuruları alıyoruz diyordu sitede ya doğru mu okuyordum?! Doğruydu. O an, o saniye, benim için bir yeniden doğuştu. Ne lazımdı? Ales, transkript, 2 referans bir de niyet mektubu. Hay hay. Ajandalara takvimlere notlar düştüm, telefona başvuru tarihleri için yüz tane hatırlatma koydum. Bilkent ve ODTÜ’deki hocalarıma yazdım referans için. Bir şekilde transkriptleri edindim. Her şey harika. Tek bir şey var. Biliyorum psikoloji istiyorum ama, yine en ufak fikrim yok aslında ne olduğuna dair. Dört tane alt alanı var onlardan birini seçip sınava girmem lazım. Bölüm başkanı Bilge Hoca’ya mail attım. Aramızda o kadar çok mail gitti geldi ki kadıncağız en sonunda Pınar sen en iyisi bir ofisime gel görüşelim, herhalde kafan çok karışık dedi. Tamam dedim sosyal psikolojiden gireceğim sınava. Ne okumam lazım? İki tane kallavi ders kitabı gösterdi, PSY 241 ve 242’nin ders kitapları. Sınava kaç günüm var? 18. Ben o 18 günde 500 sayfayı yedim, içtim. İşten eve kendimi bir atışım var, serviste kalbim çarpıyor sanki evde yeni alınan ve oynamaya doyamadığım bir oyuncak beni bekliyor. Bazen Ales’e çalışıyorum bazen bizim kitapları okuyorum. Kitapları okuyup derinlere daldıkça şaşkınlığım daha da artıyor. İnsanlar üniversitede bunları mı okuyor yani diyorum, üniversite dediğin bu kadar eğlenceli olabilir mi? Benim hayatım boyunca sorduğum sorular var burada! Bir de niyet mektubu yazdım. Niyet değil mi? Bir gün eve çıkarken apartmanda 2 ile 3. kat arasında geldi ilham, eve girip bir seferde yazdım her şeyi.
Sonuçta kabul edildim yüksek lisansa. İşten istifa ettim. Temmuz’un 17’siydi bir salı akşamı, Cihangir Yoga’ya kaydımı yaptırdım. 10 Temmuz da doğum günüm ya, artık Temmuz’ların başka bir önemi oldu benim için. Bütün ayı festival havasında geçiriyorum artık, hem doğdum, hem de bir kez daha küllerimden kendimi yeniden doğurdum diye!
İşte ondan sonra vücudum ve ruhum için gerçek bir rehabilitasyon dönemi başladı. Sürekli bir şeyler yetiştirme stresinde olmadan, yavaş yavaş adımlarla yürümenin tadını çıkarmaya başladım. Öğle yemeklerimi birisinden kaçırıyormuş gibi değil de, tane tane, çiğneye sindire yiyordum. Bir yere giderken durmak mı istiyordu canım, duruyordum. Vapurda yunusları gözlüyordum. Boğaziçi vahasının envai çeşit yeşilini okşuyordum gözlerimle, kana kana su içermiş gibi. Kampüsteki köpeklerle oynarken derslere geç kaldığım oluyordu. Derslerde kafamı çevirip camdan bakınca her defasında muhteşem şeyler görüyordum, kocaman paslı, korkunç makinalar değil. Burnuma yaseminler, ıhlamurlar, iğdeler geliyordu artık, çamaşır suyu veya deterjan kokusu değil. Hayatın bir anlamı vardı. Ne yöne doğru gittiğini bilmiyordum ama doğru bir yöne gidiyordu, doğru hissediyordu. Vücudum yogayla beraber savaş yaralarını sararken, zihnim yeni şeyler öğrenmenin heyecanında, bilgileri silip süpürmenin peşindeydi. Can topluyordum adeta! Şükürler olsun.
Şimdiyse hikaye kendi kendini yazmaya devam ediyor. Yüksek lisansta iki seneyi, yogada bir sürü hocalık eğitimini geride bıraktım. Günlerimi yoga dersi vererek ve Boğaziçi’ndeki projede çocuklarla haşır neşir olarak geçiriyorum. Arabayı da sattığımı söylemiş miydim? Hey gidi Auris. Bir buçuk seneyi üstünden geçindim, Ferrari’mi satsam neler olurdu kim bilir. Ve kim bilir ileride geriye bakınca fark edeceğim hangi mucizeler oluyor şu an hayatımda?
Sana mucukslarrr.
Sent from my iPhone
BeğenBeğen
Pinarcim harikasin.. Keyifle okudum.. Yazmaya devammmm.. Yolun acik olsun.. Mucizeler hep yoluna ciksin😻😻
BeğenBeğen
Bir yere giderken sırf canın istiyor diye durmak çok eğlenceli değil mi.
BeğenBeğen
Öyle.
BeğenBeğen