Tel Aviv Günlükleri 1

Planlarım çok başkaydı.

Buraya gelir gelmez her gün bir belgeselci titizliğiyle günlük yazacak ve buradaki deneyimlerimi arşivleyecektim. Bu yazılar blog ve instagram postlarına dönüşecekti. Daha sonra dönüp baktığımda gün gün, hafta hafta nasıl bir ruh durumu içinde olduğumu, neler yaptığımı, Türkiye’nin dibinde olmasına rağmen mentalite olarak ondan fersahlarca farklı olan bu Orta Doğu ülkesindeki adaptasyon sürecimi hem kendimle hem de yakın çevremle paylaşacaktım. Paylaştıkça çoğalacaktım.

Öyle olmadı.

Öncelikle buraya geldim ve karantinaya girdim. Bu on günlük karantina süreci bir sürü arkadaşımın ve Roei’nin ailesinin bana hoşgeldin demek üzere eve gelişi ve onlar için düzenlenen muhtelif brunchlar, akşamüstü içkileri veya akşam yemeklerinin organizasyonuyla geçti. Bu organizasyonlar elbette Roei’nin elinden çıktı. Roei bu partilerde empañada’dan tut seviçe’ye, pizzadan envai çeşit turtaya, ne kadar marifeti varsa döktürdü. Ben onca aydır süren bürokratik savaşımızın ardından bana söz verilmiş olan bu ülkeye nihayet girebilmiş olmanın esrik mutluluğu içindeydim. Telefonu evde bırakıp Guş’la uzun yürüyüşlere çıkıyorduk. Mayıs başıydı, ismini bahar mevsiminden alan bu şehrin her ağacından başka renkte bir çiçek fışkırıyordu. Hava mis gibiydi. Korona bitmişti, hiç olmamış gibiydi. İstanbul’un katranlı depresyonundan ve bitmeyen kışından çıkıp yumuşak bir yaz ayının içine düşmüştüm. Şortumun boyu, saçımın şekli, içime sütyen giyip giymemiş olmam, ne başkasının ne de benim umrumdaydı. Arabalar yayalara yol veriyor, insanlar köpeklerinin kakasını topluyor, herkesten ve her yerden adeta refah akıyordu.

IMG_0578

Sonra savaş başladı.

Roei bizim mutfakla salonu birbirinden ayıran koca tezgâhın üzerinde en çok sevdiğim haşhaşlı tatlının hamurunu yoğuruyordu. Salı gecesiydi. Ben salondaki masanın üstünde duran büyük bitkinin içinden çıkıp salınarak masaya ve orada duran birkaç kajuya doğru ilerleyen iki hamamböceğini, iğrentiyle karışık ağlamaklı bir hisle seyrediyordum. Ne alaka şimdi bunlar nereden çıktı diye Roei’ye söyleniyordum. Sonra kulakları delen bir siren sesi duyduk. Roei hamuru bıraktı, fırını kapattı, çıkıyoruz dedi. Ben ne olduğunu pek anlamadan kalktım, ayakkabılarımı giydim, bağcıklarını teker teker bağlayıp fiyonk yaptım, saçımı düzelttim, yatak odasının ışığını kapadım. Roei sen ne yapıyorsun allaşkına, hemen gel dedi, köpeği de alıp çıktık. Ben şaşkın şaşkın etrafıma bakınıyordum. İki alt kata indik. Komşular, tamamına yakını Roei gibi yalınayak, kendi kapılarının önüne çıktılar. Ortamda gergin bir hava yoktu, mırıl mırıl kendi aralarında konuşan çekirdek aileler veya şakayla karışık komşularına takılan insanlar vardı. Sonra yer yerinden oynadı, kapılar pencereler sallandı. Bu patlama ve gökgürültüsü karışımı ses, arka planda cayır cayır inleyen sirenlerin de üzerine geçip net bir şekilde sayabileceğimiz bir ritme ulaştı. Bir, iki, üç, dörtbeşaltı, yedisekiz, on.. Son günlerde ara ara takip ettiğim haberlerdeki parçalar zihnimde bir araya geldi ve nihayet anladım. Bu ses dedim olsa olsa mahalledeki apartmanlara isabet eden roketlerin sesidir. Az sonra da bizim apartman yıkılacak başımıza. Başka ne olacak bu kadar büyük bir gümbürtü? Roei bana bakıp gülümsüyordu, korkma filan diyordu. Nasıl korkmayacağımı anlayamıyordum. Nasıl korkulmayabileceğini aklım almıyordu. Patlama sesleri geldiğinde komşulardan bazıları şöyle bir irkiliyordu, sonra sakin sakin beklemeye devam ediyordu. Bazısı bana bakıp İbranice bir şeyler söyledi. Yabancı olduğumu ve yeni geldiğimi anlayınca da ‘aaa! It’s your first time? Don’t worry. Welcome to Israel!‘ dediler empatik bir gülümsemeyle. He he he diye geri sırıttım, bunların tamamı sıyırmış dedim. Kalbimi ağzımdan kusmak üzereydim. Vücudumdaki kan sanki on parmağımın onunun ucundan boşluğa doğru çekiliyordu. Bunca uğraştan sonra bu ülkeye gelip bir roketin isabet ettiği apartman yığının altında kalarak ölmek de varmış kısmette diye düşündüm. Sonra aniden sirenler sustu, komşular birbirlerine baybay diyip dışarı çıktıkları hızla içeri girdiler. Biz de girdik ve Roei kaldığı yerden hamurunu açmaya devam etti.

O gece Roei hamurişine üç kez daha ara vermek zorunda kaldı. Ben hamamböceklerini unuttum. Ve onu takip eden on bir gün ve gece boyunca, henüz geleli üç hafta olan bu İsrail ülkesinde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu, kemiklerimde, iliklerimde, bütün sinir sistemimde, şoktan şoka koşarak, delice ağlayarak, bana korkma diyen Roei’ye sen kafayı yemişsin! diye bağırarak, buralıların serinkanlılığına ve kayıtsızlığına hayretler içinde bakakalarak, anladım. O on gün içerisinde Roei’ye dair daha evvel anlamlandıramadığım bazı kişilik özellikleri de kendi içinde gayet mantıklı açıklamalar buldu. Örneğin daha o ilk akşam iki salvo arası bizi dışarı çıkarmıştı, what can I do? bu köpeğin dolaşması lazım, diyerek. Takip eden günlerde bisikletini alıp şehrin güneyindeki baharatçılara gitmişti, bütün gün evde oturup sirenleri bekleyemem, hayat devam ediyor demişti.

Elbette hayatında siren sesi duymamış, roket saldırısı filan yaşamamış, savaş görmemiş, Türkçe’de ‘demir kubbe’ denen ve Türkiye’deki haber mecralarından takip edilecek olursa neredeyse ıskaladığı her füze için birilerinin adeta zil takıp oynadığı hava savunma sisteminin nasıl çalıştığını bilmeyen ben gariban gurbetçi için oldukça sıkıntılı günlerdi. O göğü yararcasına çıkan ve zangır zangır kapı pencere sallayan sesler bir yere isabet eden değil, bu savunma sisteminin havada imha ettiği roketlerin sesinden geliyormuş meğer. Siren sesini duyar duymaz benim neredeyse çizgi filmlerdeki gibi kıyafetlerimin içinden çıkarcasına kendimi dışarı atmam ve Roei’nin ısrarla bana koşma, acele etme demesinin sebebi de bizim yaşadığımız bölgede alarm sesini duyduktan sonra güvenli bir alana gitmek için tam bir buçuk dakika vaktimizin olmasıymış. (Ne bileyim?) Hadi diyelim o yüzde onluk ihtimal içinde demir kubbe ıskaladı ve roket yaşadığın apartmana isabet etti. Yine ölme riskin az! Niye çünkü Gazze’den atılanların patlayıcı gücü düşükmüş. (Esas Hizbullah atmaya başlarsa sıkıntı, ha ha ha! diye dalga geçmişti örneğin ertesi gün buradaki yoga hocam.)

İşte İsrail’e hoşgeldin partim bu minvalde gerçekleşti.

Devamı gelecek. Sevgiyle, akıl sağlığıyla kalın.