Bir Yoga Günlüğü III: Gün 10&11

Bugünlerde blog biraz tenhalaştı mı sangha, yoksa bana mı öyle geliyor? Birtakım yazarlarımızın son birkaç gündür hiç sesi soluğu çıkmamakta. Eğer yokluğunuzun fark edilmediğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz!

Son iki gün çok hızlı geçti. Dün Ayça beni ziyarete geldi, okudunuz mu? İstanbul’da istesek buluşamazdık. Fırsat bu fırsat deniz kenarında bol bol kaynattık. Doktor Kemal’le olan macerasını sanırım ondan dinlememiz gerekecek. Sonrasında biraz eşyalarımı topladım, Amerika’da yaşayan ve yılın sadece belli zamanlarında açan nadide çiçekler gibi zar zor denk getirerek görüşebildiğim arkadaşlarımı ziyaret etmek için akşam çıkıp Gündoğan’a gittim. Bir senelik arayı bir saatte kapatmaya çalıştık, ama buna da alıştık. Eve dönüp hafif bir yemek yiyip yattım. Böyleydi onuncu günüm.

Bugün İstanbul’a geldim. Yirmi iki gündür evimden uzaktaymışım. En son şu an oturduğum koltuktan bu yoga günlüğünü yazdığımda ikinci turun 15. günündeymişiz. Heyhat! Eve girer girmez yüzüme ağır, beklemiş, evin her yerine yayılmış bir sıcak dalgası çarptı. Camları açtım. Mutfak yine hayvan mezarlığına dönmüş, benim meşhur minik sinekler, ve evin içine girme talihsizliğinde bulunan diğer kanatlı mahlukların cesetleri mutfak karolarının üstünde.. Çiçeklere çarptı gözüm. Çiçeklerim! Yanmışlar sıcaktan. Orkidenin tek kalan çiçeği hâlâ üzerinde ama iyi değil belli, beti benzi atmış. Bir cins antoryum çiçeği olduğunu şu an size yazmak üzere aratıp öğrendiğim diğer çiçeğimin durumu ise kritik. Zaten son zamanlarda pek iyi değildi, korkarım buradan döndüremeyeceğiz onu hayata. Kötü hissettim onları öyle görünce, bir çiçeğe bile bakamıyorsun diye parmak salladı içimdeki ses. (Söylemediklerimi siz doldurun hanımlar.) Oradan zihnim hemen Gökay’a çiçekleri sulamadığı için sinirlenerek bir çıkış yolu aradı ama o fikre de o kadar tutunamadım ki hemen kendime kızmaya geri döndüm. Adam napsın, eve 6 saatliğine filan uğradı iki iş arası.

Son dönemde yanan ve iade edilemeyen uçak biletlerimin bolluğundan, kalçam sebebiyle zoraki tatilimi uzatmaya karar verdiğimde bu Çarşamba’ya aldığım uçak biletini ne olur ne olmaz diye esnek bilet olarak almıştım. Hayatımın ilk esnek biletidir. İyi ki de öyle yapmışım. Çünkü yine planlar değişti, babam da İstanbul’a gelmeye karar verdi. İşime de geldi doğrusu, o kadar şeyi çekerek veya sırtlanarak hiç mi hiç taşımak istemiyordum havaalanlarında. Atladık bu sabah 6’da arabaya, güneş kızıl pembe bir top gibi dağların yamacını ısırarak doğuyordu. Yollar bomboştu, 8 saatte evdeydik. Uçakla gelsem zaten bir saat önce evden çık, bir saat önce limanda ol, bir saat uç, bir saat kafadan rötar, yarım saat bavul bekle, otobüse veya taksiye bin çık, trafikte takıl, eziyet çek, vs. derken zaten en erken 6 saatte filan gelebilirdim eve. Mis gibi de oldu doğrusu. 22 günlük İstanbul yokluğundan sonra yaşanacağı yüzde yüz olan bir Sabiha Gökçen şoku/kaosu/travması yaşanmadı böylelikle.

Ama şimdi gözlerim kapanıyor sangha. Buna karşı koymayacağım sanırım. Yarın sabah ikinci prelüd ile yogamı eteğimde ziller kafamda mehter marşları ve karnımda kelebekler ile karşılayacağımı umuyorum. Belki ben de Fatma’nın yazdığı gibi “Dün hayalini kurduğum pratik değildi bu sabah yaptığım. Ama dünkü hayal, bu sabahki gerçek” diye yazarım size yarın. Kim bilir?

 

 

Bir Yoga Günlüğü III: Gün 10&11” için bir yanıt

Yorum bırakın