Kurban

Hiç beklemediğim sözcüklerin altından İbranice kökenler çıktığında hem şaşırıp hem seviniyorum. Kurban sözcüğü de buraya (Tel Aviv’e) geldiğimde ilk öğrendiklerimden biriyidi. İbranice de tıpkı Arapça gibi kökler üstünden türeyen bir dil. Kitap, kütüphane, katip, mektup.. gibi. Sözcüklerin köküne gidince farklı anlam katmanları çıkıyor insanın karşısına. Kurban, Hem Arapça, hem İbranice’de krb kökünden gelen (İbranicesi de korban) ve günümüzde ‘Tanrı’ya sunulan adak’ olarak yerleşmiş bir terim. Ama İbranice aynı kökten türeyen karov sözcüğü, yakın demek. Lehitkarev, yaklaşmak. (Akraba da örneğin yakın kişi ama oraya girersek çıkamayacağız). Kurban sözcüğünü buradan hareketle bizi Tanrı’ya yaklaştıran bir faaliyet olarak algılamak mümkün.

Belki bir zamanlar kurban kesip dağıtmak erdemli, mantıklı bir işti ama günümüzde bunun bir can kıyımından farkı olmadığını düşünüyorum. Onun yerine kendime şunu soruyorum, Tanrı’ya yaklaşmak için ne yapabilirim? Bazen Tanrı kavramı da benim için kolay erişilebilir olmuyor. O zaman da kendime yaklaşmak için ne yapabilirim? diye soruyorum. İnsanın kendisinden, kendi gerçeğinden ayrı düşmesi, en büyük günah gibi geliyor bana. Tanrı’nın bunu umursadığını sanmıyorum, biz bu suçu kendi kendimize işliyoruz.

Bir canlının canını almak suretiyle değil de, kendi doğamızla uygun işlerle meşgul olarak, yaparken içinde kendimizi kaybettiğimiz şeylerle kendimize ve isimsiz olan’a yaklaşmak mümkün olabilir miydi?

Belki senede üç dört gün bile olsa, bunu düşünmeye değer. Ve buradan doğacak yanıtlar belki tüm yılımıza sirayet eder. Bunu fırsat bilip hep birlikte bir ‘Beni Bana Yaklaştıran Şeyler Listesi’ yaparız belki.

Herkese iyi bayramlar.

Tivadar Csontvary, Pilgrimage to the Cedars in Lebanon. 1907. Hungarian National Museum.

 

Pınar – Aligned As Fuck

Dersi bitirdim bitireli sokaklardayız, anca eve girdik. 7 kilometreye yakın yürümüşüz. Bugün Roei Estella’daki hocalarının ikisi birden hasta olunca aniden boşa çıktı. Son yedi aydır Cuma sabahlarını birlikte geçirmiyorduk. Guş’un koşumunu belimize geçirdik, yanımıza yüklü miktarda kaka torbası alarak şehir tavafına çıktık. Dönüşte üçümüz de pertiz. Herkes kanepenin bir diğer ucuna yığıldı.

Dün gece saatleri ileri aldık burada. Sabahki derse geç kalmayayım diye analog dijital ne kadar saat bulduysam kurdum. Roei yatak odasına telefon getirmemi veto ediyor. Her ne kadar koronadan beri telefonu uçuş moduna alarak uyusam da, telefonla aynı odayı paylaşmak da istemiyor, I don’t want this shit next to you, diyor. Ex’inden kaldığını tahmin ettiğim Alman teknolojili analog saati kurdun mu da snuuz yapamıyorsun, 6’da çaldı mesela, kapatıp 6 ile 6:30 arası bir yere alayım diyorsun, ı ıh alarm ibresi yelkovandan öteye gitmiyor, ille saatin arkasındaki zar zor ele gelen düdük gibi düğmeden tüm kadranı geri döndüreceksin oradan yeni yerine getireceksin. Onu yapana kadar zaten kalkarım.

Bu açık sadhana dersleri bana bir şeyler yaptı. Mesela o sabah derse kimin geleceğini hiç bilmemenin tatlı bir heyecanı var. Dersten 5-10 dakika önce zoom odasını açıp o esnada kettle’da içine limon atacağım suyu kaynatıyor, ayna karşısında tipimi düzeltiyor, şu hayatta benden başka bunu yapan var mıdır diyerek eski bir diş fırçasıyla kaşlarımı tarıyor oluyorum. O sırada biriksin istiyorum ateş başının bireyleri. Derken ekranda shadow devrelerim, birinci dereceden öğrencilerim, dört hocalı öğrencilerim, ve hocamın ta kendisinden oluşan karma bir grup beliriyor. Muhteşem bir potpori. Alnı yere koyduğumdan sonrası çorap söküğü. Kendi kendini veren ders yapmışlar.

Sonracığıma, son bir senedir kendi sınıflarıma verdiğim dersler de bu yöne doğru evrilmiş ve bazı öğrencilerimde kafa karışıklığına yol açmışsa da, giderek çemberlerin tamamına erip kendi kuyruğunu yakaladığı fakat o esnada deri değiştirdiği için yiyenle yenilenin aynı yılan olmaktan çıktığı bir noktaya geldim sanghacım. Herkese açık formatta verdiğimiz bu derslerde, bir kolyeye özenle seçilip yan yana dizilen tılsımlı taşlar gibi üst bir aklın bir araya getirdiği prelütlerin ötesinde, isimsiz olanın araya sızdığı, ne yaparsanız yapın buradayım yeter ki kulak kabartın dediği bir yere vardım. Açık sadhanalar bana da çok şey kattı.

Zeliş’in rejisi bugün gerçekten çok hareketliydi. Burada yazar ismi zelish olarak göründüğü için o benim fihriste otomatikman Zeliş diye kaydoldu. Halbuki belki topluluk içinde böyle hitap edilmekten hoşlanmıyordu, ben Suçi’de bunu düşünüyordum (şaka şaka). Mesela sanghada iki Fatma vardır, biri Fatoş biri Fatma’dır. Fatoş’a Fatma dersen bakmaz, Fatma’ya Fatoş dersen olmaz. En iyisi Zelish bu konuda beni aydınlatsın.

Posta kutuma Paula’nın kozmik tesirinizle voleyi vurmak temalı maillarından biri düştü yine. Açıp okudum. Kim istemez ki şu hayatta tescilli dharmasının izinde yürümeyi, kendine yetip de artacak kadar bereket yaratmayı (don’t you want to make a steady 10k$ income?) bardaktan taşanı yüreğinin götürdüğü hayır işlerine bağışlamayı, değil mi? Düşünüyorum bazen bu eğitimlerden birine katılmayı ama işin ucu gene sosyal medyaya dayanacak, instagram’da bana kendinle ‘aligned’ şöyle post çık böyle story çek diyecek diye her seferinde vazgeçiyorum. Sosyal medyada istikrarlı bir persona katiyen tutturamadım şu hayatta. Benim yolum sayılı bir öğrenciyle derinlemesine bağ kurduğum bir yerden geçiyor sanırım. Korona öncesi hayatımda bana sence dharmanı mı yaşıyorsun deseler tereddütsüz evet derdim. Kozmik bütün ibareler bunu gösteriyordu. Karşıma hocaların en hası, öğrencilerin en tatlısı çıkıyordu. Mühendislikten yogaya atladığım (yatay değil dikey değil) intergalaktik geçiş sonrası sıfırladığım hayatımı kısa zamanda yeniden inşa etmiştim. Aradan bütün aracı ve kan emici kurumları çıkarmış, yüzde yüz kendi kendimin patronu, tamamiyle kendim olabildiğim bir iş modeli yaratmıştım. Gözlerimin önünde bu yolu daha evvel kendisi için açmış, beni sırtımdan iteleyen Defne Hoca olmasa böyle bir hayatın mümkün bile olduğuna inanmazdım. Lakin önce korona, sonra gönül göçü derken, havalanmış uçan leyleğin kanatlarında rüzgar bir anda bitti adeta. Road Runner’ın Coyote’si gibi, ben olanca hızımla koşarken uçurumun sonunda toprak bitti, havada kalakaldım.

Bitmemiştir tabii, bana öyle geliyordur. Muhtemelen bu öyle gelme de o yolun bir parçasıdır, şimdi baktığım yerden belli olmuyordur. Ah American dream. Ne yapıp ediyor, Jyotish’i bile kendine alet ediyor, ulan ben ne duruyorum, kozmik tesirimle neden multi-six-figür bir business inşa etmiyorum dedirtiyor insana.

Bugün benden çıkanlar bu yönde sangha hayakira şeli. Cumalarınız hayırlı, Şabatlarınız şalom, Ramazanınız mübarek olsun.

Tatil Havası – Gün 1

Dün gece, yeni aydan mı güneş tutulmasından mı bilmem, bizim köpek doğru dürüst uyumadı. Oradan oraya sürekli evin içinde dolandı durdu. Bir geldi yanımdaki köşeye yattı, kalktı karşı köşedeki yatağına yattı, oradan yoga odasına gitti, oradan salon masasının altına girdi. Tırnaklarının parkede çıkardığı tıkırtılardan ötürü ben de yarı uyur yarı uyanır vaziyette geçirdim geceyi. Sabaha karşı, rüya metrajında bile uzun sayılabilecek, bilimkurgu edebiyatının usta yazarlarına taş çıkartacak ölçüde karanlık, distopik, karmaşık bir kabustan yeter artık diyerek zorla kendimi kaldırdım. Göğsüm sıkışmıştı. Bir süre gözlerim açık yattım yatakta, kaldığım yerden devam etmeyeyim diye. Sonra başka bir rüyaya yuvarlandım.

5’te Roei alarmla uyandı, gitti yogasına oturdu. O yeni aymış, tutulmaymış, böyle şeyleri takmaz. Ay yörüngesinden filan fırlamış olsa yogasına aynen devam edeceğine eminim. Bir süredir o da erken kalkmaya çalışıyor. Halbuki saat 5’te alarmsız kendiliğinden uyanıp, zart diye yataktan çıkıp yogasının başına oturan o seçilmiş kavimdendi o da. Sanırım burada birlikte yaşadığımız bir sene içinde onu da kendime benzettim, o da yataktan çıkamaz oldu.

Ben yogamın başına geçtiğimde saat 7’ydi. Hesabıma göre yeni ay ve tutulmanın markajından henüz çıkmış değildik, ama kalbinde de değildik, o yüzden ayın mevkisi gereği ayak parmakları etrafında tasarlanmış oturmalı bir seri kanımca yapılabilirdi. İyi de oldu. Ben yogamın ortalarındayken Roei koşudan döndü. Allahım bu ne enerji. Duş aldı, üstünü değişti, Guş’u da alıp işe gitti. Ev tamamen benim.

Bu hafta hiç dersim yok! Çocuklar gibi şenim. Dinlenmeye çok ihtiyacım var. Kalkıp kendime bir çay koyayım, İbranice ödevlerine ve Mirror of Yoga’nın Türkçesine koyulayım.

Hepinize iyi bayramlar güzel Sangham. Gelsin yazılar!

Yeni Ay Postası – Gün 0

Yine uzun uzun aralardan sonra selam olsun posta kutusuna, bloguna düştüğüm sevgili okura. Bu gece yarısına yakın saatlerde Ay, Dünya ile Güneş arasına girmeden evvel biz de geniş Shadow Yoga ailesi olarak ayın izinde yogalı bir hayatın güncesini yazmaya baş koyduk. En son beş sene önce buraya postaladığım üç numaralı turdan sonra dört tur daha atmışım ama o yazıları buraya değil, 28 gün yoga’nın bloguna koymuşum. Şimdi de adresimiz orası. Dileyen herkesi 28 gün yoga blogunda bizimle buluşmaya, ve önümüzde uzanan 28 (aslında bu ay için 30 olacak) gün boyunca uzunuyla kısasıyla kendi yogasını yapmaya ve bu döngünün getirdiklerini kaleme almaya davet ediyorum. Buradan takip etmek isteyen hayalet okur içinse, döngünün ilk postası aşağıda.


Rüzgarlı, kupkuru, Türkçe jargonuyla “toz taşınımlı” bir Tel Aviv sabahı. Tam da önümde uzanan 28 günün genel hatlarını planlayıp kapattığım yogamın üstüne, hayatın (ve bu döngünün) hiç de planladığım gibi gitmeyeceğinin ilk emaresi olarak Roei sabah sabah denize gitmek istediğini söyledi. Ben yogamın hemen sonrasında yazımı yazmak niyetindeydim. Açtım. Hiç ayağımı kuma suya sokacak modda değildim. Çarşamba’dan bu yana geçirdiğim besin zehirlenmesi sonrası hâlâ nazlıydım. O inatlaştıkça ben direndim. Sonra yelkenleri suya indirdim. Bu yazıyı da kumsalda yazmaya koyuldum.

Tel Aviv’in yanyana uzanan sayısız kumsallarından birinde, köpeklerin ortalama Türk insanından daha iyi yaşadığının bir kanıtı olan Dog Beach’teyiz. Ben diyim yirmi sen de kırk köpek kelimenin tam anlamıyla ipini koparmışçasına koşturuyor, oynuyor, suya girip çıkıyor. Doğrusu bu ortamda neşesiz olmak çok zor. Bizim köpek Guş, takıntı nesnesi olan tenis topuna kitlenmiş durumda. Hem oynamak istiyor, hem de topunu vermiyor. Tıpkı biz değişmek isteyen, ama bir türlü alışkanlıklarımızı bırakamayan insanlar gibi.

İşte böyle başladı sıfırıncı gün. Gece yarısına yakın ay zifiri karanlığına varacak, Dünya ile Güneş’in arasına girecek. Bizler de koyulacağız bir başka devr-i aleme.

Yıllar sonra burada tekrar buluştuğumuz için çok mutluyum Sangha! Hepinize şimdiden iyi bayramlar, kutlu yeni aylar. 

Shadow Yoga’ya Başlangıç – Yoğun Online Kurs

Shadow Yoga Türkiye okulu olarak ilk defa tüm hocalarımızla birlikte sunduğumuz Shadow Yoga’ya Yoğun Başlangıç kursunda, Shadow Yoga’nın ilk prelüdü olan Balakrama ile güce adım atacak ve kadim Hatha Yoga metinleri üzerine kurulmuş olan bu okulun ana ilkeleriyle tanışacaksınız. 5 Şubat-17 Mart arasında sürecek bu 40 günlük yoğun programda, birbirinin üzerine inşa olarak ilerleyen bu seri aracılığıyla bacaklarda uyuyan gücü uyandıracak ve nefesle koordineli çalışmanın sırlarını araştıracağız. Sağlam bir Hatha Yoga çalışmasının temelini oluşturan bandhalar ve vayular gibi enerji anatomisine ait öğeleri de bu hareketler aracılığıyla keşfedeceğiz. Program bitiminde, Shadow Yoga Türkiye hocalarının hali hazırda devam etmekte olan sınıflarından seviyenize uygun olanına dahil olarak çalışmanızda derinleşmeyi sürdürebilirsiniz.

Neden Shadow Yoga?

Yalın ve etkili hareket zincirlerinden oluşan Shadow Yoga prelüdleri ile kişi bedeninde ve davranışlarında saklı alışkanlıklarını, kör noktalarını, duygusal tıkanıklıklarını ve direnme kalıplarını gözleme imkânı bulur. Beden, ayaktan merkeze doğru güçlenirken, öğrenci duygusal açıdan sağlam bir zemine basmaya başlar ve gizli kalmış beden zekâsı ile tanışır. Bu sistemde meditasyon bir araç ya da amaç değil, zincirleme nefes ve hareketin bizi taşıdığı bir limandır. Shadow Yoga, kurucusu Sundernath (Shandor Remete) ile Emma Balnaves’in gözetiminde yetişen hocalar tarafından dünyanın farklı noktalarında öğretilmektedir. Daha fazla bilgi için: www.shadowyoga.com

Kimler katılabilir?

Bu kursa katılmak için herhangi bir yoga tecrübeniz olması gerekmez – her seviyeden öğrenciye açıktır. Ancak ciddi bir rahatsızlığı olanlar ve kas/iskelet sistemi yakın geçmişte incinmiş kişiler için bu kurs uygun değildir. Başka bir yoga hocalık eğitimi programına kayıtlı öğrencileri de bu kursa alamıyoruz.

Mecra: ZOOM

Tarihler: 5 Şubat – 17 Mart arası her Cumartesi, Pazar, Salı ve Perşembe

Saatler – Türkiye Saati İle
Cumartesi: 12:30-14:30
Pazar: 12:30-14:30
Salı: 07:00-08:30
Perşembe: 19:00-20:30

Ücret: 2500 TL (KDV Dahil), 2 taksitte ödenebilir.
Bekâr ebeveynlere 50% indirimli.

Hocalar: Defne Suman, Pınar Üstün, Ayça Kamacıoğlu, Fatma Yavuz

Kayıt içinshadowyogaturkiye@gmail.com

Nitelikli eğitim için az sayıda öğrenci programa alınacaktır.

Tel Aviv Günlükleri 1

Planlarım çok başkaydı.

Buraya gelir gelmez her gün bir belgeselci titizliğiyle günlük yazacak ve buradaki deneyimlerimi arşivleyecektim. Bu yazılar blog ve instagram postlarına dönüşecekti. Daha sonra dönüp baktığımda gün gün, hafta hafta nasıl bir ruh durumu içinde olduğumu, neler yaptığımı, Türkiye’nin dibinde olmasına rağmen mentalite olarak ondan fersahlarca farklı olan bu Orta Doğu ülkesindeki adaptasyon sürecimi hem kendimle hem de yakın çevremle paylaşacaktım. Paylaştıkça çoğalacaktım.

Öyle olmadı.

Öncelikle buraya geldim ve karantinaya girdim. Bu on günlük karantina süreci bir sürü arkadaşımın ve Roei’nin ailesinin bana hoşgeldin demek üzere eve gelişi ve onlar için düzenlenen muhtelif brunchlar, akşamüstü içkileri veya akşam yemeklerinin organizasyonuyla geçti. Bu organizasyonlar elbette Roei’nin elinden çıktı. Roei bu partilerde empañada’dan tut seviçe’ye, pizzadan envai çeşit turtaya, ne kadar marifeti varsa döktürdü. Ben onca aydır süren bürokratik savaşımızın ardından bana söz verilmiş olan bu ülkeye nihayet girebilmiş olmanın esrik mutluluğu içindeydim. Telefonu evde bırakıp Guş’la uzun yürüyüşlere çıkıyorduk. Mayıs başıydı, ismini bahar mevsiminden alan bu şehrin her ağacından başka renkte bir çiçek fışkırıyordu. Hava mis gibiydi. Korona bitmişti, hiç olmamış gibiydi. İstanbul’un katranlı depresyonundan ve bitmeyen kışından çıkıp yumuşak bir yaz ayının içine düşmüştüm. Şortumun boyu, saçımın şekli, içime sütyen giyip giymemiş olmam, ne başkasının ne de benim umrumdaydı. Arabalar yayalara yol veriyor, insanlar köpeklerinin kakasını topluyor, herkesten ve her yerden adeta refah akıyordu.

IMG_0578

Sonra savaş başladı.

Roei bizim mutfakla salonu birbirinden ayıran koca tezgâhın üzerinde en çok sevdiğim haşhaşlı tatlının hamurunu yoğuruyordu. Salı gecesiydi. Ben salondaki masanın üstünde duran büyük bitkinin içinden çıkıp salınarak masaya ve orada duran birkaç kajuya doğru ilerleyen iki hamamböceğini, iğrentiyle karışık ağlamaklı bir hisle seyrediyordum. Ne alaka şimdi bunlar nereden çıktı diye Roei’ye söyleniyordum. Sonra kulakları delen bir siren sesi duyduk. Roei hamuru bıraktı, fırını kapattı, çıkıyoruz dedi. Ben ne olduğunu pek anlamadan kalktım, ayakkabılarımı giydim, bağcıklarını teker teker bağlayıp fiyonk yaptım, saçımı düzelttim, yatak odasının ışığını kapadım. Roei sen ne yapıyorsun allaşkına, hemen gel dedi, köpeği de alıp çıktık. Ben şaşkın şaşkın etrafıma bakınıyordum. İki alt kata indik. Komşular, tamamına yakını Roei gibi yalınayak, kendi kapılarının önüne çıktılar. Ortamda gergin bir hava yoktu, mırıl mırıl kendi aralarında konuşan çekirdek aileler veya şakayla karışık komşularına takılan insanlar vardı. Sonra yer yerinden oynadı, kapılar pencereler sallandı. Bu patlama ve gökgürültüsü karışımı ses, arka planda cayır cayır inleyen sirenlerin de üzerine geçip net bir şekilde sayabileceğimiz bir ritme ulaştı. Bir, iki, üç, dörtbeşaltı, yedisekiz, on.. Son günlerde ara ara takip ettiğim haberlerdeki parçalar zihnimde bir araya geldi ve nihayet anladım. Bu ses dedim olsa olsa mahalledeki apartmanlara isabet eden roketlerin sesidir. Az sonra da bizim apartman yıkılacak başımıza. Başka ne olacak bu kadar büyük bir gümbürtü? Roei bana bakıp gülümsüyordu, korkma filan diyordu. Nasıl korkmayacağımı anlayamıyordum. Nasıl korkulmayabileceğini aklım almıyordu. Patlama sesleri geldiğinde komşulardan bazıları şöyle bir irkiliyordu, sonra sakin sakin beklemeye devam ediyordu. Bazısı bana bakıp İbranice bir şeyler söyledi. Yabancı olduğumu ve yeni geldiğimi anlayınca da ‘aaa! It’s your first time? Don’t worry. Welcome to Israel!‘ dediler empatik bir gülümsemeyle. He he he diye geri sırıttım, bunların tamamı sıyırmış dedim. Kalbimi ağzımdan kusmak üzereydim. Vücudumdaki kan sanki on parmağımın onunun ucundan boşluğa doğru çekiliyordu. Bunca uğraştan sonra bu ülkeye gelip bir roketin isabet ettiği apartman yığının altında kalarak ölmek de varmış kısmette diye düşündüm. Sonra aniden sirenler sustu, komşular birbirlerine baybay diyip dışarı çıktıkları hızla içeri girdiler. Biz de girdik ve Roei kaldığı yerden hamurunu açmaya devam etti.

O gece Roei hamurişine üç kez daha ara vermek zorunda kaldı. Ben hamamböceklerini unuttum. Ve onu takip eden on bir gün ve gece boyunca, henüz geleli üç hafta olan bu İsrail ülkesinde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu, kemiklerimde, iliklerimde, bütün sinir sistemimde, şoktan şoka koşarak, delice ağlayarak, bana korkma diyen Roei’ye sen kafayı yemişsin! diye bağırarak, buralıların serinkanlılığına ve kayıtsızlığına hayretler içinde bakakalarak, anladım. O on gün içerisinde Roei’ye dair daha evvel anlamlandıramadığım bazı kişilik özellikleri de kendi içinde gayet mantıklı açıklamalar buldu. Örneğin daha o ilk akşam iki salvo arası bizi dışarı çıkarmıştı, what can I do? bu köpeğin dolaşması lazım, diyerek. Takip eden günlerde bisikletini alıp şehrin güneyindeki baharatçılara gitmişti, bütün gün evde oturup sirenleri bekleyemem, hayat devam ediyor demişti.

Elbette hayatında siren sesi duymamış, roket saldırısı filan yaşamamış, savaş görmemiş, Türkçe’de ‘demir kubbe’ denen ve Türkiye’deki haber mecralarından takip edilecek olursa neredeyse ıskaladığı her füze için birilerinin adeta zil takıp oynadığı hava savunma sisteminin nasıl çalıştığını bilmeyen ben gariban gurbetçi için oldukça sıkıntılı günlerdi. O göğü yararcasına çıkan ve zangır zangır kapı pencere sallayan sesler bir yere isabet eden değil, bu savunma sisteminin havada imha ettiği roketlerin sesinden geliyormuş meğer. Siren sesini duyar duymaz benim neredeyse çizgi filmlerdeki gibi kıyafetlerimin içinden çıkarcasına kendimi dışarı atmam ve Roei’nin ısrarla bana koşma, acele etme demesinin sebebi de bizim yaşadığımız bölgede alarm sesini duyduktan sonra güvenli bir alana gitmek için tam bir buçuk dakika vaktimizin olmasıymış. (Ne bileyim?) Hadi diyelim o yüzde onluk ihtimal içinde demir kubbe ıskaladı ve roket yaşadığın apartmana isabet etti. Yine ölme riskin az! Niye çünkü Gazze’den atılanların patlayıcı gücü düşükmüş. (Esas Hizbullah atmaya başlarsa sıkıntı, ha ha ha! diye dalga geçmişti örneğin ertesi gün buradaki yoga hocam.)

İşte İsrail’e hoşgeldin partim bu minvalde gerçekleşti.

Devamı gelecek. Sevgiyle, akıl sağlığıyla kalın.

İzafiyet

Takip ettiğim nostalji hesaplarından biri dün, Heath Ledger öleli 13 yıl oldu diye bir posta koymuştu, kısa video kliplerinden oluşan bir derlemeyle. Normalde zombi gibi kayarak gezindiğim ekranda zınk diye kalakaldım. Heath Ledger öleli tam 13 sene mi olmuş? Hâlâ inanamıyorum. Bu dünyadan pisi pisine gittiği trajik ölümüne değil, daha ziyade bu ölüm haberinin kulağıma geldiği an ile şu an arasında uzanan bu zaman diliminin 13 yıl etmesine inanamıyorum. Ne bileyim, beş, bilemedin yedi sene filan olmalıydı bu süre.

Neden bilmiyorum bu haber bütün gün zihnimde döndü durdu, günün rahiyasına sızdı. Kendimi sürekli, vay, 13 yıl ha? derken yakaladım. O zaman biz Brokeback Mountain’ı izleyeli ne, 15 sene mi olmuş? Yok artık, daha neler. Ama olmuş işte. İster istemez sene 2008’de ben ne yapıyordum diye düşündüm. ODTÜ’deyim, MBA yapıyordum. Yoga henüz hayatıma girmemişti, galiba o senenin sonuna doğru girecekti. İşletme Binası’nın giriş katında, koridorun en ucunda karşılıklı konumda her birini üçer araş.gör’ün paylaştığı iki oda vardı, ben birindeydim, o zamanki sevgilim bir diğerinde. ODTÜ’nün son seçilmiş rektörü Ahmet Acar’ın Yöneylem Araştırması dersinin asistanlığını yapıyordum. Şimdi bunu yazarken o ne yapıyor diye bir arattım ki ne göreyim. Yılbaşından birkaç gün önce o da vefat etmiş! Çok üzüldüm. Dağ gibi, kapı gibi kocaman, aşırı karizmatik bir adamdı. Kevin Costner’ı andırırdı. Teknik üniversitenin başına teknik olmayan bir bölümden rektör seçildi diye bölümü gururlandırmıştı. Toprağı bol olsun.

Zihnimde Heath Ledger’lı düşüncelerle, güneşi fırsat bilip kendimi dışarı çıkardım. Öyle öyle sahile vardım. Rüzgâr vardı, sahilde dalgalar patlıyordu. Demek ki yalnızca rüzgâr değil, lodos vardı (eyvah). Martılar bir kabarıp bir alçalan denizin üstünde, kümeler halinde yüzlerini lodosa dönmüş oturuyorlardı. Demek onlar da rüzgârın arkalarından esip tüylerini terse yatırmasından hoşlanmıyorlardı. Küçükken bir gün babam pencereden görünen vinçlere bakarak rüzgârın yönünü söylediğinde çok şaşırmıştım. O güne dek bu vinçlerin çalışmadıkları her vakit nasıl el birliğiyle aynı yöne doğru döndüklerini hep merak etmiştim ama rüzgâr hiç aklıma gelmemişti. Şimdi ister istemez uzaklarda bir vinç, yakınlarda bir bayrak görünce otomatikman nereden esiyor diye düşünüyorum. Bir de martıları.

Sahilde biraz bisiklete bindim. Bacaklarımda hiç derman yok gibiydi. Küçük bir tur oldu. Bir süre daha denizi seyrettim, mekanik bir martıya binip eve geldim. Zaten olmasa şaşardım, bir baş ağrısı peydahlandı, akşam yatana kadar da geçmedi. Komşumdan gelen müzik sesinden bıkkınlık geldiği için kulağıma kulaklık takarak Unorthodox’un son bölümünü seyrettim. Kızın şarkı söylediği sahnede tüylerim diken diken oldu. Çok sert bir dizi. İyi ki yalnızca dört bölümü var. Keşke hiç bitmese diye diye izlediğim Shtisel’in aksine, bir an önce bitse diye izlediğim bir dizi oldu. Kötü olduğundan değil, aksine çok iyi olduğundan. Siz Shtisel’i izlediniz mi? İzlediyseniz neler düşündünüz? Haydi paylaşın sevgili okurlar, benden bu günlük bu kadar.

Kurtuluş Sondurak, 2019

GüncelleME!

İçinde bulunduğumuz dünya koşullarında, tüm teknoloji şirketlerinin, özellikle de yazılım ve app geliştirenlerin insanlığa karşı dev bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Klavyeme iki tane yeni emoji eklenecek diye yaptığım son iPhone güncellemesinden sonra, fıstık gibi çalışan telefonun pili anında yarıya indi, mesaj yazarken kafası bir karış geriden geliyor, olmadık yerlerde kendini kapatıyor. Al bir de bununla uğraş. Güzelim Sleep fonksiyonunun da içine etmişler, kapatmak istersin kapanmaz, bir tane güzel uyandırma müziği vardı, ondan da vazgeçmek zorunda kaldım. Neymiş güncelleme gelmiş. Hafta başında İnstagram’a girdim. Aaa, bir baktım story çekemiyorum. Ona da bir güncelleme. Sonra ne göreyim, ne yorumları takip edebiliyorum, ne laykları doğru dürüst, her şey karman çorman olmuş, asla kullanmayacağım bir alışveriş torbası butonu da cabası. Alın başınıza çalın lanet olasıca app’inizi. Sonra aldı da bir whatsapp furyası. Allaaah. Privacy de privacy. Zaten sürmenaj olmuştuk whatsapp’tan, şimdi başımıza bir de ötekiler çıktı. Hepsi ayrı ayrı ötüyor. Hangi birini takip edeceğimi şaşırdım, en sonunda hepsini sessize aldım. Delirtecekler bizi böyle böyle. Alıştığım şeyler değişmesin istiyorum bir süre. Sesleniyorum eyy app developerlar, gözünüzü seveyim dokunmayın artık. Ne güzel, yapmışsınız çalışıyor. Her sabah yeni bir özelliğe uyanmaktan, yeni bir kullanıcı arayüzüne adapte olmaya çalışmaktan gına geldi. Öte yandan, düşündüm de, kaç senedir iPhone kullanıyorum telefonun çalma sesleri hep aynı. Arkadaş en önemli şey bence bu ya. 15 sene oldu bir yeni ringtone, bir şöyle yumuşak mesaj tonu ekleyemiyor musun? Eklendi de ben mi göremiyorum ey ahali? Uyandırın beni bu kabustan.

Dün en eski arkadaşlarımdan Pınar’la telefonda konuşuyorduk. Ben Türklerin bir anda coşan mahremiyet hassasiyetini gülünç bulduğumdan bahsediyordum. Sanki dünyada bir tek bizim burada olay oldu gibi bir izlenimim var. O da, Avrupa’nın veri mahremiyeti açısından Amerika’ya oranla çok daha ileride olduğunu, hatta veri mahremiyetini geçtim veri sahipliği konusunda pek çok çalışma olduğunu, insanların verisini hangi ölçüde ve hangi şirketlerle paylaşacağının kararının kendisinde olması gerektiğine ve isterse bunu satıp para kazanabileceğine dair uygulamaların bazı yerlerde hayata geçirilmek üzere olduğundan (Hollanda spesifiğinde konuşuyoruz) bahsetti. Vay canına dedim. Verini satarak kiranı ödeyebileceksin örneğin. Bunları konuşalım mesela. Ama cayır cayır iPhone’du, feysbuktu, instagramdı kullanırken whatsapp’tan çıkışı ben beyhude bir direniş olarak görüyorum. Ha artık baymışsındır, bana da bazen geliyor, SMS çağına geri dönüş yapmak istiyorum, olmadı MMS. Birini sileceksem tamamını silmeliyim, eğer tamamını silmeyeceksem de hayatım gereksiz yere komplikeleşmesin istiyorum.

Son günlerde düşündüğüm bir başka olay da, Amerikan senatosunun geldiği hâl. Şaka şaka. Şaşkınlıkla izliyorum o ayrı, ama artık diğer dünya liderleri de bizimkinin mertebesine erişti diye içten içe seviniyorum. Sanki dünyanın en baskıcı, en kötü yönetilen ülkelerinden birinin ezik bir vatandaşı değilmişim de, herkesle eşit rezillikte bir dünya vatandaşıymışım gibi hissediyorum. Gerçi, geçmişten ve vatandaşı olduğun ülkenin bir extreme spormuşçasına yönetilen diplomatik ilişkilerinin yarattığı hasardan ne yapsan kaçamıyorsun. Tıpkı, Roei’nin belgeleri teslim etmeye gittiği gün bizim cânım kâtibin tek kaşını kaldırıp, “hmm, Turkia… Mavi Marmara?…” demesi gibi. Evet canım, Mavi Marmara. Her neyse, senato diyordum. Boynuzlu eleman ve etrafında gelişen olaylardan sonra en çok dikkatimi çeken haber Twitter’ın Trump’ın hesabını süresiz askıya almasıydı. Ne onca insanın zayıf bir polis barikatını aşarak senatoyu basmasını, ne kabine mensuplarının laptoplarını filan kurcalamasını, ne de oralarda selfi çekinmesini garipsedim. Bence en garip şey buydu. Herhangi bir sosyal medya şirketinin, bir ülkenin mevcuttaki liderinin hesabını elinden almasını, afedersiniz aynı bokun laciverti olarak tanımlıyorum. Neymiş, tehlikeye sevk edebilirmiş, tahrik edebilirmiş. Yahu, adam attığı binlerce twitle ne siyahını bıraktı, ne Meksikalısını, ülkeyi takır takır böldü, polarize etti. O zaman neredeydi bu hassasiyet? Sevilir sevilmez, neticede ülkenin büyük bir bölümü de bu adama tekrar seçilsin diye oy vermiş. Gidip adamın hesabını askıya almak da aynı derecede militanca bir yaklaşım diye düşünüyorum. Kuzey Koresk bir tutum. Çok istiyorsan adamı yargıla, suçlu bul, ondan sonra yap ne yapacaksan. Bu tarz ani ve uç davranışlar daima zıttını yaratacağı için, türlü türlü hangi kanallar üreyecek şimdi çok meraktayım. Görüldüğü üzere de sağa sola yargı dağıttığım bir gündeyim!

O zaman konuyu dağıtayım. İyi edebiyat yazmak için iyi edebiyat okunması gerektiğini, Defne Suman’ın önderliğinde yaptığımız kurmaca günlerinde öğrenmiştik. Çok doğru. İyisini ve edebiyatını geçtim, doğru dürüst yazabilmem için bile bir yandan iyi bir şeyler okumak zorunda hissediyorum ben. Aksi takdirde dilim çözülmüyor. Epey süre önce alıp tam da böyle zamanlar için rafta beklettiğim Ayfer Tunç’un Osman’ı, buna çok bariz bir örnek. Bu kadın bunu nasıl başarıyor bilmiyorum. Başka yazarları okuduğumda bu kadar güçlü hissetmiyorum. Bu kadar net bağlanmıyorum kaynağa. Onu okuduğum zamanlarda düşünce bulutlarım bile kendiliğinden bir hizaya giriyor, diyaloglar tasvirler kafamda cirit atıyor. Gerçekten de böyle günler için saklamıştım Osman’ı. Baş ağrısına Parol neyse, yazma ağrısına da bu kadın o.

Bugünlük bu kadar sevgili okur. Buraya kadar geldiysen, çok teşekkür ederim.

Güneşli bir Londra sabahı, Kingston upon Thames, 2015

Bekleme Yapmayınız

Memleketin bir yerlerine kar yağıyor, buraya bir türlü yağmıyor diye içim gidiyor. Gerçi yağmura bile razıyız İstanbul’da. Oldum olası karı çok severim. Ankaralı olduğumdan mı, küçükken Uludağ’a çok giderdik ondan mı bilmiyorum. İstanbul’a geldiğim ilk yıllarda bir kış aylarca rüyalarımda kar görmüştüm, öyle bir özlemi var içimde. Şimdi görüyorum instagram’da, Maçahel’e, Bolu’ya bir yerlere filan kar yağmış. Kalkıp gitmek istiyorum. Botların altında gıcırdasın, dilimin üstüne yağsın, kirpiklerimde biriksin. Kar yağarken insanın sanki bütün duyuları bir anda kulak kesiliyor. Sadece kulağımla değil, tüm varlığımla dinliyormuşum gibi bir his.

Bugün sabah hissedilen sıcaklık 1 dereceydi. Güzel, keskin bir soğuk. Düne göre bir saat geç gittim parka ama yine de gittim. Güzel bir park bu Özgürlük Parkı gerçekten. Her seferinde gafil avlanıyorum, yağmuru yiyince bildiğin marijuana gibi kokan bir bitki dikmişler girişe. Gülüp devam ediyorum. Birisi keşke gün orta bizle gerçekten dalga geçmiş olsa ve parkın en görünür yerine bir dal dikmiş olsa şundan. Birileri kesin görüp avlardı onu gerçi. Oysa coğrafya derslerimizin baş figürlerinden değil miydi bir zamanlar, ‘keten kenevir en çok hangi bölgemizde yetişir?’.

Dünkü yazıdan sonra tanıdığım tanımadığım bir sürü insandan yanıt geldi. Beni taa Cihangir Yoga’da ilk ders verdiğim zamanlardan tanıyıp bana tekrar uzanan öğrencilerim oldu. İnstagram’a çok bir şey koymuyorum diye sanal yok oluş yaşamışımdır sanıyordum, yanılmışım. Sanganın bilge kadını Çağlayan beni arayıp ‘ben şu hayatta bugüne kadar ne beklediysem beklemediğim zamanda oldu! En beklemediğin zamanda olacak’ dedi. Roei ne yazıyorsun anlamıyorum, İngilizce yazsana dedi. İsrailli tayfa haydi bekliyoruz, her şey güzel olacak dedi. Neticede, yalnız olmadığımı, sarıp sarmalandığımı hissettim. Hatırladım daha doğrusu. Yalnızlık bir illüzyondu, insanın kafasının içinde yuvarlandıkça büyüyen bir yumak gibi, bir çığ gibi, kendinden beslenip genişliyordu. Sana doğru uzanan birkaç tane sıcak el koca çığı eritmeye yetiyordu.

Ekrandan başımı kaldırdım bir de ne göreyim! Kar yağıyor! Kar değilse bile sulusepken. Bu sözcük de harika bir sözcük, kim icat etmiş acaba? Sulusepken. Zaten cümleyi bitiresiye durdu kar dediğim şey. Yine de heyecanlanıyor insan. Ankara’da çocukluğumun büyük kısmının geçtiği, hemen sokak kapısının karşısına denk gelen muhafız alayı kulübesinde nöbet tutan askeri komiklikler yaparak güldürmeye çalıştığım Ahmet İhsan Sokak’taki evden sonra, genellikle kentsel dönüşüme uğrayan ve gecekonduların yıkılıp yerine dört beş katlı apartmanlar, sonrasında da uzun apartmanlı sitelerin inşa edildiği yerlerde yaşadık. Buralar şehir merkezine göre daha yüksekte olan, dolayısıyla kışları daha çetin şartlara maruz kalan yerlerdi. Çılgın bir kıta sahanlığına sahip olan Zirvekent’teki evin vistası, karlı Elmadağ’ı bile görecek kadar genişti. Şehrin bittiği yerdi diyebilirim. Trafiksiz sokaklarında gamsızca bisiklete bindiğim, büyüyünce de direksiyon idmanı yaptığım yerler. Nereden çıktı şimdi bu nostalji? Kar yüzünden. Yatmadan camı açıp havayı kokladığımız, gökyüzünün pembesinden yarın kaç santim yağar, tutar mı tutmaz mı diye kestirmeye çalıştığımız, lütfen yarın tatil olsun diye dua ederek yattığımız geceleri getiriyor aklıma.  

Bugünlük bu kadar olsun. Belki her gün yazarsam, neyi beklediğimi unutur, bekleyişim de bu unutuşumun farkına varırsa, belki beklediğim şeyi kendiliğinden bana getirir. (Unutamadı).

Geçip Giden Zaman Değil, Ömürdür

Beyin sisi. Zihnin içinde gezinen düşünceler arasındaki görüş mesafesinin azalması. Böyle bir kafa hâli içindeyim. Bazen içimden yazmak geliyor, oturuyorum başına, sonra kelimeler bir bir kayıp gidiyor parmaklarımdan, zihnimin içinde bir araya zar zor gelen sözcükler, içimdeki hislere bir türlü tercüman olmuyor. Adamakıllı bir cümle yazmak dakikalar alıyor. Sanki aklımdan dört basamaklı iki sayıyı çarpmaya çalışıyorum, kafamın içindeki sis bulutunda sözcükler bir araya gelemeden yok olup gidiyorlar. Zaten aman diyorum yazacaksın da ne olacak.

Hayatımın boşa harcandığı gerçeği son birkaç aydır iyice yakamda. Bu ne bir varsayım, ne bir hüsnü kuruntu. Düpedüz gerçek. Zihnimde her gün London Grammar’dan ‘Wasting My Young Years’ şarkısı.. Harcanıp gidiyor günlerim instagramda, haber sitelerinde, akıllı telefonumun dehlizlerinde. Bense bu zaman bolluğu içinde hayatımla elle tutulur hiçbir şey yapamıyor olmanın, sevdiğim insanın yaşadığı ve hayatlarımızı birleştirelim diye taşınmaya karar verdiğim ülkeye bir türlü giremiyor olmanın üzüntüsü ve öfkesiyle, her saniye, her dakika, her gün daha da yaşlandığımı hissediyorum. Kemiklerimden, cildimden, eklemlerimden ve zihnimin her köşesinden fışkırıyor bu gerçek.   

Hayatım Salı, Cumartesi ve Pazar ekseninde, emektar sınıflarımın online ders programları etrafında şekilleniyor. O anlarda hayatımın hâlâ bir amacı var evet. İş gibi gelmeyen bir iş. Başka birilerinin hayatlarında belirli bir yer kaplıyor olma duygusu. Yoganın sanal aleme bile nüfuz edebilen gücü. Derslere ara verdiğim haftalar durum daha da mühim. Günlerden Perşembe mi, Pazar mı? Ne fark eder. Her günüm neredeyse bir diğerinin aynısı. Pazar günü İsrail’de yeni haftanın ilk günü. Heyecanla yeni bir haber çıkar mı diye bekleyişe başladığım ilk gün. İki dersim oluyor Pazarları genellikle, ne mutlu bana, hemen geçti gün. Sonra? Sonra, Perşembe’ye kadar sünüyor hafta bir sakız gibi. O haber gelmiyor, gelmiyor.. Perşembe günü İsrail’de hafta bitiyor. Cuma da yarım gün çalışıyorlar galiba ama bizi ilgilendiren göçmenlik bürosu çalışmıyor. Çalışsa da bize karşı çalışıyorlar sanki.

Bu yaşıma dek bir avukatın profesyonel hizmetlerine ihtiyaç duyduğum ilk seferin, romantik ilişkimin gerçekliğini devlet nezdinde kanıtlama ihtiyacından doğmuş olmasını çok komik buluyorum. Benim bir kaçakçı, sahtekâr veya terörist olmadığımı, ilişkimin fiktif bir ilişki olmadığını, sadece ve sadece o ülkede yaşamaya ölüp bittiğim için kendime oralı bir manita yapmadığımı, bir ajan olmadığımı, birlikte dosyalarca resmî belge verdiğimiz bu adamla birbirimizi gerçekten sevdiğimizi kanıtlamak için bir avukat tuttuk. Normalde aksi kanıtlanana kadar masumuzdur ama, bizim durumumuzda işler tam tersi ilerledi. Belgeleri teslim edeceği gün Roei’nin şans eseri denk geldiği, lakin sonradan bu tarz dosyaları zorlaştırmasıyla nam salmış olduğunu öğrendiğimiz memurun bize TAKMASI sonucunda ülkeye girebilmem için ödenmiş kefalete rağmen (çünkü ilişkimizin gerçekliği şüpheliymiş!), giriş iznini alamıyoruz.

İşte bu bir durup bir ilerleyen, çözülüyormuş gibi görünüp sonra insanı tamamen umutsuzluğa sürükleyen süreçte, evi mi kapatıyorum, taşınıyor muyum, eşyaları elden çıkarıyor muyum, çıkarmıyor muyum derken, düpedüz delirmenin eşiğine geldim.

İnsanın kendine iyi geleceğini bildiği halde o şeyleri yapmaması, yapamayışı, inadına yapmayışı çok kederli bir durum. Her şeye rağmen burada hayatın devam ettiğini bilsem de, bir köşe kapmaca oyununda kıçımla iki ayrı sandalyeye birden oturmuşum hissini, bir uzay boşluğunda, bir arafta kalmışım hissini ve bu hislerin getirdiği uyuşmuşluğu üzerimden silkip atamıyorum. İstanbul’un çok sevdiğim bir yerinde yaşamama, etrafımda parklar bahçeler ve kilometrelerce uzanan bir sahil yolu olmasına rağmen kendi elimden tutup da hadi biraz hava alalım demeyişime, diyemeyişime, akıl sır erdiremiyorum. Yine de içimde pes etmeyen küçücük bir ses hâlâ var, ona tutunuyorum. Bu sabah yeni ay tamamında olduğu için yoga yapmayacaktım. Ne olduğunu anlamadan kendimi üzerime yağmurluğu geçirmiş, dışarı çıkmış halde buldum. O küçük ses nihayet komutayı eline aldı, beni parkta yürüyüşe çıkardı.

İşte böyle sevgili okur. Hayret, ilk defa başı sonu belli bir sayfa yazı çıkmış elimden. Pandeminin başından bu yana ilk defa. Belki yürüyüş sonrası damarlarımda daha iyi deveran eden kanın zihnimdeki o yapışkan dumanı aralamasıyla mümkün olmuştur bu. Vakit kaybetmeden postalıyorum.

10 Şubat 2020, Arava Çölü